Turgay Bakırtaş
Dostoyevski, Belinski olmasaydı da çok büyük bir yazar olacaktı muhtemelen. Ama onun eleştirilerinin yazarı nasıl kamçıladığını görünce bu sürecin daha da hızlandığı anlaşılıyor. Siz de, eğer iyi yazmak istiyorsanız, asla ama asla iyi yazdığınızı düşünmeyin, kendinize bir Belinski bulun ve onun eleştirileriyle yatağa düşün.
İyi yazmak, bir metni hakkını vererek inşa etmek hem kolay hem zordur. Kolaydır, çünkü iyi yazmanın kuralları basittir, karmaşık formülleri yoktur. Zordur, çünkü düzyazı söz konusu olduğunda kolay olanı yapmak ciddi bir birikim ister.
İyi bir yazının temel kuralını hepimiz biliyoruz aslında, bunu daha ilkokulda öğrendik: Giriş, gelişme ve sonuç (eskilerin deyimiyle serim, düğüm, çözüm). Modern ve sonrası dönemin bazı edebiyat tekniklerini saymazsak, yazı namına yapılan hemen her işin bir numaralı görevi bu sıralamaya riayet etmek ve hakkını vermektir.
Bir yazının giriş bölümünde iki noktaya dikkat etmek gerekir. Bir, yazının geri kalanını okutma isteği yaratması; iki, yazının içeriğine dair okura net bir fikir vermesi. Peki, bir yazının girişinde bunu nasıl başarırsınız? İngilizce’de “hook” (kanca) denen bir yöntem vardır. Bu yöntemi şöyle özetleyebiliriz: Konuyla direkt değil de dolaylı bir ilgisi olan, okurun merakını cezbedecek yemler kullanmak. Diyelim ki “Teknolojinin Eğitim Üzerindeki Olumlu ve Olumsuz Etkileri” konulu bir makale yazacaksınız. Başlığıyla hiçbir heyecan uyandırmayan bu yazıya şöyle başlanabilir: “Stanley Kubrick’in başyapıtı sayılan ‘2001: Bir Uzay Macerası’ filmindeki karakterlerden yapay zekâlı bilgisayar HAL, teknoloji devi IBM’e bir isim oyunuyla (ardışık harfler: H-I, A-B, L-M) gönderme yapıyordu.” İlginç bir bilgi verdiniz ve okurda merak uyandı. Devamında tempoyu iyi tutturursanız yazınızın hatırı sayılır miktarı okunacaktır.
Gelişme bölümü ise yazarın istediği gibi atıp tutabileceği bir alandır. Yazının sırtını dayadığı ana fikri açıklayacak/destekleyecek tüm malzeme bu bölümde kullanılır. Çerçevesi geniş olduğu için çoğu yazar burayı bir bataklığa çevirip okurunu yutmadan yazının başından kalkmaz. Bu yüzden de o “çoğu yazar”ı pek hatırlamayız. Şunu unutmamak gerekiyor; gelişme bölümü, “dur şu mesajı da aradan çıkarayım” derdindeki Mahsun Kırmızıgül filmlerine dönerse yazınız çöp olur. Bu bölüm, adı üzerinde, ana fikrin “geliştiği” bölümdür, bölünerek çoğaldığı değil. Yazının girişinde okura ne vaat ettiyseniz onu yazın, fazlasını değil. Cep telefonu kılıfı alan müşteriye bir de limon sıkacağı satmaya çalışmayın.
Sonuç bölümüne gelindiğinde, yukarıda kınadığımız “çoğu yazar” okurunu kıt zekâlı yerine koyarak yazı boyunca anlattıklarını özetler. Konuşma dilinde “Böyleyken böyle hacı abi” kalıbına denk gelen bu ölümcül hatadan kaçınmaya bakın. Sonuç demek, ortaya konan fikirlerden tutarlı bir anlam çıkarmak, o fikirlerden süzülen/süzülecek yeni fikirlere kapı aralamak, yahut okuru o konuda düşünmeye, okumaya, yazmaya kışkırtmak demektir. Unutmayın ki bilimsel bir deneyin gözlem raporunu yazmadığınız sürece düşündüğünüz her şey tartışmaya açıktır. Muhtemel tartışmaların tohumunu ekmeyi başkalarına bırakmayın, tarlayı siz sürün.
Buraya kadarki kısım işin en temel ve teknik boyutuydu. Peki, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz yazının içini nasıl dolduracağız? Alet edevatımız ne olacak?
Birinci ve kafamıza silah da dayasalar elimizden bırakmayacağımız aletin adı “basitlik”. Hollandalı futbol efsanesi Johan Cruyff’un ünlü bir sözü var: “Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır.” Yıllardır makine gibi önüne geleni ezip geçen Barcelona’nın futbolunda karmaşık bir şey gören var mı? Çok ama çok basit bir şeyi, “hızlı ve isabetli” paslaşmayı kusursuz yapıyorlar ve bu onlara inanılmaz bir güç sağlıyor. Düzyazı da tam olarak böyledir. Gösteriş yapacağım diye cümleleri, paragrafları sakız gibi uzatırsanız asla sonuca gidemezsiniz. Haliyle de bir süre sonra boş tribünlere oynarsınız. Basit yazın. Sadece orada olması gereken kelimelere vize verin. Bırakın karmaşık işleri edebiyatçılar, şairler, akademisyenler yapsın. Bir gazete köşesinde, kitap tanıtımında, araştırma dosyasında, haber metninde veya izlenim yazısında Oğuz Atay rolüne bürünmeyin.
Tam burada bir noktayı açmak gerekiyor. Basit yazmak, “Ali gel, Işık ılık süt iç” düzeyine inmek değildir. Cümleleri olabilecek en sade ve anlaşılır halleriyle, onlara kapasitelerinden çok yük vurmayarak yazmak yeterli. İki örnek metinle bunu açalım.
1- “Dün gece Antalya’nın Serik ilçesinde saat 03.00 sularında meydana gelen ve aynı aileye mensup dört kişinin olay yerinde can verdiği trafik kazasından ağır yaralı olarak kurtulan bir kişinin yoğun bakımdaki tedavisine devam ediliyor.”
2- “Antalya’nın Serik ilçesinde dün gece bir trafik kazası meydana geldi. Saat 03.00 sularında gerçekleşen kazada aynı aileden dört kişi hayatını kaybetti. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan bir kişinin yoğun bakımdaki tedavisi sürüyor.”
Görüldüğü gibi ilk metinde tüm bilginin boca edilmesi sonucu cümle, üzerindeki yüke dayanamayan bir kitap rafı gibi bel vermiş, doğal olarak okuru yormuş. İkinci metinde ise her bilgi tek tek ve açık biçimde yazılmış, hemen göze çarpan bir ferahlık mevzubahis. Okur birinci metnin yazarına kötü nazarla bakar, ikincisini ise takibe değer bularak ismini hafızasına not eder.
Bir diğer önemli aletimiz “üslup”. Teknik olarak harika bir yazıya imza atmanız, okurun sizinle ünsiyet kurmasına yetmez. Canlı, renkli, akıcı bir üslup oluşturmanız gerekir. Bu öyle akşamdan sabaha olacak iş değil elbette. Yazınızın zenginleşmesi için düşünce dünyanızın ve estetik algınızın da zenginleşmesi gerekiyor. Bunu sağlamanın yegâne yolu da dur durak demeden okumaktır. Dünya üzerinde hiçbir büyük yazar yoktur ki aynı zamanda benzersiz bir kitap kurdu olmasın. Refik Halid Karay’ın gazete ve dergi yazılarını, Nihat Genç’in 90’larda kaleme aldığı gündelik hikâyelerini, Salâh Birsel’in denemelerini, Nurdan Gürbilek’in makalelerini, Etyen Mahçupyan’ın, Süleyman Seyfi Öğün’ün, Akif Emre’nin köşe yazılarını bol bol okuyun. Bu yazarların kendi üsluplarını nasıl oluşturduğuna, diğer yazarlar arasından nasıl sıyrıldıklarına kafa yorun.
İyi bir yazının vazgeçilmez unsurlarından biri de iyi bir editörün gözüne görünmesidir. 2000’lerin bence en büyük sorunu olan “hayatın hızlanması”, yazıyı da olumsuz etkiliyor. Sözü bir an evvel söyleme ve yayma ihtirası yüzünden yazılar dinlendirilmeden, ikinci kez okunmadan, bir başkasına okutulmadan okura sunuluyor. Aradan birkaç gün geçip de yazdıklarınıza göz atınca “Yuh, ben nasıl böyle kötü bir cümle/paragraf kurmuşum” demeniz yazarlığın şanındandır elbette ama yine de bunu asgariye indirmek gerekir.
Editörün, eleştirmenin, genel yayın yönetmeninin etkisine dair bir anekdotla bitirelim. Benim gözümde edebiyat tarihinin en büyük ismi olan Dostoyevski, ilk romanı “İnsancıklar” ile dönemin bir numaralı eleştirmeni Belinski’nin abartılı övgüsüne mazhar olmuştu. Belinski, kitabı okuduktan sonra şöyle demişti Dostoyevski’ye: “Siz, sevgili dostum, ne kadar büyük bir eser yazdığınızın farkında bile değilsiniz.” Ancak yazarın ikinci romanı “Öteki Ben” Belinski’de aynı etkiyi uyandırmadı ve Dostoyevski’yi sert biçimde eleştirdi. Belinski’nin tavrı, aslında gayet iyi bir roman yazdığını düşünen Dostoyevski’yi kelimenin tam anlamıyla yataklara düşürdü. Romanın değişik bölümlerini defalarca yeniden yazdı ve değiştirdi. Ünlü romancı ağabeyine yazdığı bir mektupta bu durumu şöyle ifade ediyordu:
“Beklentileri boşa çıkardığım ve büyük bir iş olabilecek bir eseri mahvettiğim düşüncesi beni öldürüyordu. Birçok yeri aceleye geldi öykünün, yorgunluk halinde yazıldı. İlk yarısı, ikinci yarıdan daha iyi oldu. Öyküde, son derece parlak sayfaların yanı sıra işe yaramaz, berbat yerler var; insanın içi bulanıyor, okumak istemiyor. İşte bu yüzden bir süre cehennemde gibi yaşadım, çektiğim acıdan dolayı hastalandım.”
Dostoyevski, Belinski olmasaydı da çok büyük bir yazar olacaktı muhtemelen. Ama onun eleştirilerinin yazarı nasıl kamçıladığını görünce bu sürecin daha da hızlandığı anlaşılıyor. Siz de, eğer iyi yazmak istiyorsanız, asla ama asla iyi yazdığınızı düşünmeyin, kendinize bir Belinski bulun ve onun eleştirileriyle yatağa düşün.
(Not: Konuyla ilgilenenler, reftar.com adresindeki blogumu ziyaret ederek bu meseleyi çok daha detaylı biçimde ele aldığım “İyi Yazmak Üzerine Notlar” başlıklı yazımı inceleyebilirler.)