Uluslararası Genç Derneği’nin organizasyonuyla Sahra altı Afrika ülkelerine yapılan seferde benim nasibime Fildişi Sahilleri düştü. Afrika seferi gönlüme düşer düşmez, internetten araştırmaya başlamış, kitaplar edinmeye koyulmuştum. Bu araştırmalarım esnasında Afrika ülkeleri hakkında hem delillerle desteklenmiş hem de kalbe dokunan yazı yahut kaynak bulmanın oldukça zor olduğunu farkettim. İHH’nın Tanzanya ile ilgili çok eski bir tarihte yayımladığı kitabından başka Afrika ile ilgili bir kaynak bulamadım. Bu alandaki kaynak eksikliğinin kısa bir zamanda az bir çalışmayla doldurulamayacağı da muhakkak; ancak en azından bundan sonraki projelerde yer alanlara rehber olsun diye müşahede ettiğimiz yerleri yazmayı kendime bir borç bildim. Afrika’dan döndükten sonra bunları bir kitapçık hâlinde toplamayı düşünüyorum; fakat dönmeden önce henüz ekmek fırından çıkmamışken, henüz tazeliğini yitirmemişken kısa kısa notlarla müşahedelerimi paylaşmanın faydalı olacağı kanaati bende hasıl oldu. İşte bu niyetle belli aralıklarla buradan “Kısa Kısa Afrika” başlığı altında yaşadıklarımı yazacağım. “Kısa Kısa Afrika” serisinin birincisine buyurun:
Her Gördüğümüz Polis Pasaport Soruyor
Uçağımız Fildişi Sahilleri’nin en büyük şehri Abidjan’a 45 dakika gecikmeyle sahur vaktinden önce saat 01:00 civarı indi. Ekvator kuşağında olmasından dolayı uçaktan çıkar çıkmaz bunaltıcı bir hava insanın yüzüne çarpıyor. Burada hava oldukça nemli. Havalimanı yapı olarak bir Afrika ülkesine göre oldukça iyi durumda. Yapıdaki gelişmişlik maalesef içinde çalışan insanlara intikal etmemiş. Rutin pasaport kontrolünden geçtikten sonra bile her gördüğümüz polis pasaportumuza bakmak istiyor, biz de çaresiz gösteriyor ve sürekli bekletiliyoruz. Bizi havalimanında karşılayacak olan, Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nın buradaki faaliyetlerini yürüten Mehmet Targal Bey’in tavsiyesine binaen bavullarımızı her birimiz ikişer ikişer paylaştık; çünkü burada bir kimsede çok çanta varsa, mutlaka ticaret için gelmiştir ve zengindir diye düşünüyorlar, para koparmaya çalışıyorlarmış. Buna rağmen aramızdan gözüne kestirdikleri iki üç arkadaşı bavullarını kontrol etmek üzere yanlarına çağırdılar, geriye kalanlarımız çaktırmadan ilerledik ve gelen yolcuların beklendiği salona geçmeyi başararak Mehmet Targal Bey’le selamlaştık. Yaklaşık 5 dakika sonra da bir sıkıntı olmadan diğer arkadaşlarımız aramıza katıldılar.
Kadro tamamlandıktan sonra dışarıda bizi bekleyen araçlara geçerek bavullarımızı yükledik. Yola çıkıyorduk ki yine bir kişi arabamızı durdurdu. Valizleri kontrol etmek istediğini, gümrükten olduğunu söyledi. Mehmet Bey kartını sorunca üstün körü üç beş kartı birden gösterip hemen geri çekti. Meğer bunlar da gümrükten olduğu bahanesiyle para toplayan rüşvetçilermiş. Neyse ki Mehmet Bey durumu anladı ve beklemeden yola devam etti.
Sahura Mehmet Bey bizi bir Lübnan lokantasına götürdü. Lübnanlıların bu ülkedeki etki ve etkisizliğini daha sonra anlatacağım; ancak onların bize de çok yakın olan damak tadıyla sahurumuzu yaptıktan sonra kalacağımız İmam-Hatip Lisesine geçtik ve odalarımıza yerleştik.
Sessiz Bir Derviş: Ali Aşçı Bey
Burada Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nın iki tane kuruluşu var. Birisi AİDE isimli merkez, insani yardım organizasyonları yapıyor; diğeri ise CİFEJ isimli Açıköğretim İmam-Hatip Lisesi, buradaki gençlerin dinlerini iyi öğrenmeleri ve eğitimlerini başarılı bir şekilde yürütmeleri için kurulmuş. Biz de programımız boyunca CİFEJ’de kalacağız. Bu iki kurumdan da yeri gelince ayrıntılı olarak bahsedeceğim. Fildişi’ne geldiğimizin ilk gününde bir taksiye binerek başka bir semtte yer alan vakıf merkezine geçtik. Buradaki taksiler epey köhne. Beyaz gördüklerinde pazarlığı epey bir yukarıdan başlatıyorlar, CİFEJ’den AİDE’ye 1500 Frank’a gidilebiliyor. Taksimetre denilen hesaplama aleti zaten yok.
Vakıf merkezi olan AİDE’de ilk tanıştığımız kişi yine bir Türk, Ali Aşçı Bey oluyor. Kendisi emekli bir İmam-Hatip öğretmeni. Yaşı 70 civarında. Balıkesir’de Mehmet Targal Bey’in hocasıymış. Mehmet Bey Fildişi’nden önce bulunduğu Kamerun’da kendisini Afrika’ya davet etmiş. O da buralara gönüllü öğretmenlik yapmak üzere gelmiş. Ailesi hâlâ Balıkesir’teymiş. İki üç ayda bir gider gelirmiş. Günler geçip Ali Bey’i ve vakıfta olan bitenleri daha iyi tanıdıkça Ali Bey’in Afrikalı öğrenciler tarafından dede gibi görüldüğünü, ona büyük saygı duyduklarını gözlemledik. Hakikaten de kendisi beyaz sakallı beyaz saçlı, bedeni ihtiyar ama ruhu genç bir anadolu dervişi. Ali Aşçı Bey’in dilinde sürekli zikir var. Dışarıdan bakınca sessiz bir insan. Ancak ona burası ile ilgili soru sorduğunuzda başlıyor size anlatmaya. Afrika’nın birçok ülkesinde bulunmuş. Afrika’yı anlatmayı çok seviyor belliki.
Fildişi Sahilleri’nde Mütevazı Bir Tekke: AİDE
Mehmet Bey, ilk iş olarak bize AİDE’yi gezdirdi. Gezdirirken de yapılan faaliyetleri ve imkânları anlattı. Burası Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nın Fildişi Sahilleri’ndeki merkezi. Vakıfta hem açık hem kapalı derslikler var. Öğrenciler bu merkezde yatılı olarak kalıyorlar.
Haftada bir düzenlenen, akademisyenlerin konuşmacı olarak katıldığı Cumartesi sohbetlerine dışarıdan katılanlar da var. AİDE, âdeta bir tekke olmuş. Gelen gideni çok, insanların birbirine muhabbeti gözlerinden okunuyor. İnsanlar bir ihtiyacı olduğunda, köylerine bir kuyu yaptırmak, bir öğrenci okutmak istediklerinde buraya geliyorlar. Öğrenciler burada buluşuyor, derslerini müzakere ediyorlar. Gencinden yaşlısına her yaştan misafiri var buranın. Gariblik ve dolayısıyla karîblik, yani Allah’a yakınlık buradaki insanların hâllerinden okunuyor.
GENÇ’ler burada buluşuyorlar, ihtiyaç duyduklarında maddi ve manevi desteği buradan talep ediyorlar. Mehmet Bey de âdeta onların abisi olmuş. Kendisine “Mösyö Targal” diye hitap ederlerken duydukları saygı gözlerinden okunuyor.
Mehmet Bey’in anlattığına göre Fildişi’nde öğrenciler için yatılı mekân ihtiyacı had safhada imiş. Üniversitelerde öğrenciler mekân eksikliğinden üstü açık mescitlerde kalıyorlarmış. Vakıf şimdilik 40 üniversiteli 30 liseli yatılı öğrenci barındırıyor. İmkân olsa daha fazlasını yapmak istediklerini söylüyor Mehmet Bey. Yatılı imkânı sağlayamasalar da açık hava mescidinde kalan başarılı öğrencilere 20 dolar gibi cüzi bir miktar burs veriyorlarmış. Var olan üniversite yurtlarında yer bulunamamasının sebebi ülkede yıllarca süren iç savaşmış. 2000’de başlayıp daha çok yakın bir zamanda, 2011’de biten iç savaşta yurtlar öğrenci grupları tarafından cephanelik olarak kullanılmış. Siyasi partiler öğrenci gruplarını kendi emelleri doğrultusunda çok rahat kullanmışlar. Bu karmaşa birçok yurdu kullanılamaz hâle getirmiş. Bu açıklama bana ülkemizin 1980’den önce içine düştüğü acıklı hâlleri hatırlattı. İçimden dedim: “insan hem ne basit hem ne zor bir varlık, çok kolay öldürmeye programlayabiliyorsun bir o kadar da zor eğitebiliyorsun”.