Adem Bölükbaşı
Açıkçası, 2010 ne işe yarar bilemiyorum. Kültür tarihimizin dünyaya aslıyla tanıtılmasına mı yoksa neo-oryantalist zıpçıktılıklarla kendimizi rezil etmeye mi? Evet, ülkece karar vermeliyiz artık. Şehir bezirgânlığı mı, Aziz İstanbul mu; züppelik mi, yoksa kültür mü?
2006 yılında güzel İstanbul’umuz, Macaristan’ın Pecs ve Almanya’nın Essen kasabalarıyla birlikte, 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin başkentlerinin sırayla kültür başkenti olarak belirlenmesine dayanan Avrupa Kültür Başkentliği projesi, 1985 yılında Atina’nın Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla başlamıştı. İstanbul adının iki kasabayla birlikte yan yana geçmesi kamuoyunda sanki büyük bir millî başarıymış gibi yansıtılıyordu.
Aslını anlamak için meselenin ekonomi politiğine bir göz atalım. Dünyada sosyo-ekonomik, siyasî ve kültürel bir küreselleşme sürecinin gerçekleştiği 1980 sonrası dönemde dünya ekonomisini, ulusal ekonomilerden çok küresel kentlerden oluşan bir finans ağının yönlendirdiği bilim adamları tarafından ifade edilmektedir. Çağlar Keyder’in de belirttiği üzere* diğer global kentler gibi İstanbul da dünya ölçeğinde bir küresel şehir olabilmenin bedelini ödemek için kendine özgü bir “kent imajı” geliştirmek ve bu imajı küresel ölçekteki yatırımcılara “pazarlamak” zorundadır. Bu pazarlama işinin temel araçlarından biri de belli bir küresel kenti, marka değeri açısından faklı kılan kültürel stratejiler geliştirmektir. Bu kültürel stratejilerle çeşitli kültürel merkezler, sergiler, etkinlikler ve fuarlar oluşturulmaktadır. Kültür başkentliği, olimpiyat oyunları ve ihracat fuarları gibi etkinlikler de bu kapsamdaki kültürel stratejiler olarak değerlendirilebilir.
Kültür Başkenti sürecini yöneten AKB(Avrupa Kültür Başkenti) Ajansı’nda nasıl çekişmelerin yaşandığı basına yansıdıktan sonra nihayet beklenen olmuş ve 2010 Komitesi gürültülü bir şekilde dağılmıştı. Yaşanan krizler ve şaibeler yüzünden “2010 Yağma Başkenti”, “2010 Kriz Başkenti” diye manşetler atıldı. Derken Ajans Yönetimi ve üyeleri değişti ve 2010 yılı gelip çattı. 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında şişkin fonların birilerinin iştahını kabarttığı ve o birilerinin birdenbire birer “kültür gurusu” oluverdikleri bir dönemi yaşadık. Söz konusu kültür gurularının ülke kültürü ve o kültürün yeniden üretilerek canlandırılması için ne yaptıkları meçhul olsa da onlar hâlâ büyük bir iştahla alışılagelmiş ezberlerini tekrar ederek birbirinden enteresan projeleri destekleyip onayladılar. Hemen sene başında, 16 Ocak 2010 tarihinde İstanbul’un çeşitli noktalarında pop müzik konserleri, sema törenleri, mehteran gösterileri, modern dans koreografileri sahneleneceğine dair kocaman ilanlar şehrin her yerindeki panoları işgal etmeye başlamıştı bile. Gerçekten de o gün geldiğinde “söz verildiği gibi” bütün gösteriler ustaca sunulmuş ve böylece “küresel kültür” ve “muasır medeniyet” yolunda büyük bir adım daha atılmıştı. İstanbul’un bir Avrupa başkenti ve küresel bir dünya şehri olduğu yönünde nutuklar irad edilmesi de ihmal edilmedi tabii.
Bu açılış gösterilerinin büyük emekler verilmeden ve üstünkörü bir anlayışla hazırlandığı açıkça belliydi. Anlaşılan AKB Ajansı yönetimindeki kişilerin değişmiş olması hiçbir şey ifade etmiyordu çünkü zihniyet yine aynıydı. Bütün olumsuzluklara rağmen Yusuf Kaplan’ın “Sinema, Belgesel ve Animasyon Yönetmenliği” projelerinin başına getirilmiş olması gibi güzel gelişmeler de gördük. Ancak bu alandaki projelere baktığımızda sonuç yine oryantalist gözlüklerden kurtulamamış bir İstanbul’u gösteriyor bize. Hala İstanbul’un Fethini anlatan bir sinema filmimiz yoksa ve buna rağmen 2010 Kültür Başkenti gibi finansman ve tanıtım açısından dev bir organizasyonu, tarihî binaların dış cephelerinin boyamakla ve görsel sanatlardan müzeciliğe kadar bir yığın başıboş projeyle geçiştirmeye çalışıyorsak, ortada büyük bir anlayış sorunu var demektir.
Bütün bu şaşaalı manzara karşısında ülkemize dönüp yirminci yüzyılda yaşananlara ve “yerel” şartlarımıza baktığımızda ise durumumuzun pek de iç açıcı olmadığını görüyoruz. 1980’li yıllara kadar olan dönemde ülkemizde devlet eliyle yürütülen kültür politikaları sonucunda ortaya çıkan kültürel yabancılaşma millî kültürümüzü yoksullaştırmış ve onu 1980 sonrasında yoğun bir biçimde artan kültürel küreselleşmenin güçlü etkilerine karşı savunmasız bırakmıştır. Bu kapsamda bazı kişiler yeni muhafazakâr kültür politikaları oluşturma iddiasıyla, dondurulmuş bir mazi nostaljisini yeniden paketleyerek küresel yatırımcıların göz zevkine sunmayı geleneğin canlandırılması sanmaktadırlar. Bu kültürel paketin içerisinde geleneksel Türk ve İslâm sanatları birer kitsch unsura, sema ya da mehter törenleri birer görsel şölene dönüşmektedir. Böylece bir zamanlar geleneksel toplumumuzdaki yüksek kültürün birer yansıması olan bu unsurlar günümüzde kitle kültürünün sıradan bir parçası olmuşlardır.
Kültür Başkenti açılış törenlerinde sahnelenen ucuz gösterilerle bir kez daha şahit olduk ki: bizim kültür anlayışımızda, daha birkaç yıl öncesinde 2008 Olimpiyat oyunları vesilesiyle Çin’in başkenti Pekin’de düzenlenen olimpiyat açılış törenlerinde sergilenen büyük tarih ve kültür vizyonuyla mukayese edilemeyecek düzeyde bir “züppelik” hâkimdir. Bizse bu hâkimiyetin hegemonyası altında tek tipleşmiş bir küresel kültür endüstrisine ürün sağlıyoruz.
Açıkçası, 2010 ne işe yarar bilemiyorum. Kültür tarihimizin dünyaya aslıyla tanıtılmasına mı yoksa neo-oryantalist zıpçıktılıklarla kendimizi rezil etmeye mi? Evet, ülkece karar vermeliyiz artık. Şehir bezirgânlığı mı, Aziz İstanbul mu; züppelik mi, yoksa kültür mü?
* Çağlar Keyder, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, 2. Baskı (İstanbul: Metis Yayınları, 1996) s. 94.