Karga belli bir yerde uzun süre kalmadığı için garip deniyor ona. İslamiyet gariptir yani merkezden uzaklara gidecektir. Uzak ufuklara aşıktır İslamiyet. Tabiri caizse kabına sığmaz, tamam, yeter demez hiçbir zaman. İslamiyet, indiği sahrada kalmayacak, yayılacaktır. Uzak bildiğimiz her yere doğru.
erhalde ilk olarak La Fontaine masalındaki aptallık sembolü hâli ile karşımıza çıkar karga. Tilkinin sözleri ile konuşma hevesine yenik düşer ve ağzındaki peyniri kaptırıverir. Çocukluk ağzımızdaki tekerleme de herhalde buradan gelir: “Aptal karga gak dedi!”
Sonra peygamberler silsilesinin ilk halkasını öğrenirken görürüz onu. Kabil -kötü olan- kardeşi Habil’i öldürünce ne yapacağını bilemez durumdadır. O sırada bir karga gelir. Toprağa bir çukur kazar. Yanında taşıdığı karga leşini buraya gömer. Ölünün toprağa gömülmesini, insanoğlu bir kargadan öğrenir. Bir Hüdhüd, bir de karga. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen iki kuş.
Fransızca’da “corbeau” (korbey), İngilizce’de “crow” (krov), Farsça’da kelâg, Arapça’da ğurab. Hepsi birbirine benziyor. Kökenleri belli ki çok yakın. Ğurab ile garib de yakın birbirine.
“İslam dini garip geldi, garip gidecek”… Birçok gelişme, üstünlük, başa çıkamadığımız, kulvarımızda olmayan her şeye karşı hatırladığımız bir hadis-i şerif. Bu din zaten garip geldi, garip gidecek diye, tüm gelişmelere, mücadelelere kendimizi kapatıp, tembelliğimize bahane bulduğumuz az mıdır?
Hadis-i şerifin farklı bir yorumu ise, tembelin yüzünü kızartıp, taşı gediğine koyar nitelikte.
Garip ve karga kelime kökeni olarak aynıdır diyor. Karga belli bir yerde uzun süre kalmadığı için ğarip deniyor ona. İslamiyet gariptir yani merkezden uzaklara gidecektir. Uzak ufuklara aşıktır İslamiyet. Tabiri caizse kabına sığmaz, tamam, yeter demez hiçbir zaman. İslamiyet, indiği sahrada kalmayacak, yayılacaktır. Uzak bildiğimiz her yere doğru. Uzak ufuklara, uzak gönüllere. İslamiyete en uzak sandığımız gönüllere.
Hâliyle İslamiyetin zayıf geldiği zayıf gideceği değil, aksine bir gönle inip, binlerce, milyonlarca, milyarlaca gönle ulaşacağına, yayılma kabiliyetinin üstün olmasına işaret ediyor, deniyor.
Sahabenin hayatı tam da bu anlamı doğrular. İstanbul’da şu ana kadar tespit edilmiş 58 sahabe efendimiz olduğu söyleniyor. Bizim gitmediğimiz, gitme ideali içinde olmadığımız birçok ülkede, uzak ufuklarda sahabe efendilerimiz var. Üstelik uçağa binip, hava koşullarından etkilenmeden, yemek seçenekleri arasında kararsız kalınabilecek bir yolculuk da değil bu. At, deve sırtında, aç susuz, günün yaktığı, gece ayazının keskin bıçak gibi kestiği günler, aylar, yıllar boyu yolculuk… Maksat, İslam’ı bir gönle daha ulaştırma gayreti. Peygamberimizin veda hutbesini dinleyen binlerce sahabiye rağmen, şimdi kutsal topraklarda bu kadar az sahabe kabri olmasının sebebi de bu. İslam’ı yayma aşkı, kızıl elması, onlara rahat evlerini dar etmiş.
Efendimiz bu hadisi söylediğinde, Abdullah bin Mesud, garipleri sorar. Efendimiz “Kabilelerinden dinleri için ayrılıp uzaklaşanlardır” der. Yani cihad eden, gurbete giden, hizmet eden, fedakarlık eden…
Kübrevi tarikatında da, yola yeni giren müridlere “seyehat” verilirmiş. Nefsin yedi mertebesi için, yedi uzun yıl. Yolculukla geçecek, bir yerde beklemeyecek, içteki seyahati dıştaki ile destekleyecek yedi yıl. Seyr-i sülûk zaten yoldur, insanın iç dünyasına, enfüse yolculuğu. Bu yolculuğu afaki yolculukla da desteklemişler. Yedi yıl garip yaşamışlar.
Hasılı, tembellikten Allah’a sığınıp, üzerimizdeki ölü toprağı tozunu silkip, uyanışa geçmek lazım. Bu dünyada bir garip gibi yaşamak lazım. Asıl evin, ana yurdun cennet olduğu bilinci ile, İslam’ı hem kendi iç dünyamıza hem de dış dünyaya yayma amacında gayret ederek. Ondan sonra belki, hadisin ikinci kısmına dahil oluruz: “Ne mutlu o gariplere!”