Karanlık bir odada gözünüzü açtığınızda bir şey göremeyeceksiniz; çünkü ışık yoktur. Aslında ışığın olmadığı yerde bilgimiz de yoktur. Işığın ulaşabildiği yere kadardır, tüm bildiklerimiz. Kainatı, maddenin üç hâli vardır gibi bir sınıflandırmaya tâbi tutt uğumuzda; madde, enerji ve bilgi gibi üç hâl tarafı ndan temsil edildiğini görebiliriz. Ancak bu üç hâlin buluştuğu bir nokta vardır ki; bu nokta, yine ışıktır. Einstein, işte bu buluşmayı görmüş ve dünyaca ünlü olan bir fizik kanununun varlığını tespit etmiştir: E=m.c2(kare). Kanun, maddenin yani ellerimizle tutabildiğimiz tüm varlıkların, aslında ışık hızında ilerleyen bir ışık huzmesi olduğunu; ancak yavaşlamasıyla -enerjisini kaybederek- bildiğimiz madde hâline dönüştüğünü açıklamaktadır.
Peki ya bilgi?
Yani bilmek olgusunun en temel ihtiyacı, nasıl ışık olabiliyor? Milyarlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan gezegenleri de; milyarlarca kez küçük var edilen tanecikleri de ışığın varlığından esinlendiğimiz yollarla keşfedebiliyoruz. Bir gezegenin hangi temel bileşiklerden oluştuğunu, yaydığı çeşitli dalga boylarına sahip ışık huzmeleriyle anlayabildiğimiz gibi; hücrelerimiz içerisinde cereyan eden olayları da yolladığımız ışık veya elektron demetleriyle görebiliyoruz. Yani bizim görebildiğimiz ışık, aslında mavi ve kırmızı renklerin arasında bulunan bir renk cümbüşünden ileri gelmektedir. Nur Sûresi’nde “Allah, göklerin ve yerin nurudur“ tabiriyle belki bu gerçeğe dikkat çekilmektedir. Böyle bir “ışık” hükümdarlığına yola çıktığımızda, tüm kainatı saran Âlim olan Allah’ın Kudret, Kemal ve Cemal sıfatları nur gibi yüzümüze ne de güzel çarpıyor.
Nur Üstüne Nur
Bunun ilerisinde X-ray ve gama ışınları, en küçük dalga boylarına sahipken; infrared (kırmızı ötesi ışın) ya da radyo dalgaları ise bir binadan daha büyük bir dalgalanma özelliği gösterebilen ışınlardır. Yani ışık, gözlerimizle görebildiğimizden daha öte bir varlıktır.
Tekrar karanlık odadayız. Etrafı mızdaki varlıklardan bihaber olduğumuz bu durumda, her an odamıza giren X-ray veya gama ışınlarını görebilseydik, ışığın aslında her an bizimle birlikte olduğunu kolayca anlayabilirdik. Hele ki nötrino taneciği olarak tabir edilen küçük varlıklar ise -kapalı bir odada hatta dünyanın merkezinde olsak bile- biz hissetmeden her saniye milyonlarca kez vücudumuzdan geçebiliyor. Bu bombardımanı tahayyül ettiğimizde, içimiz dışımız bir ışık hullesi olduğunu traji komik bir şekilde algılayabiliriz. Ancak nötrino patlamalarıyla duya geldiğimiz yıldız patlamalarından yayılan nötrino tanecikleri, herhangi bir elektriksel yükü bulunmadığından dolayı hiçbir deney ortamında elde edilemiyor; sadece anlık olarak varlığını hesaplamalarla tespit edebiliyoruz. Aynen bizimle bulunan melekler gibi... Hiçbir şekilde hissedemesek de bizden ötelerde kendilerine has özellikleriyle her an yanımızda olabiliyorlar. O saf varlıklar, bir ışığın tevazusunda hiçbir duygumuzla açıklayamadığımız metafiziksel bir dünyanın vatandaşlarıdır.
Tek Bir Objektift en Bakmak
Bilgimiz hatta bilebildiklerimiz, gama ışınları ve radyo dalgaları arasında mahkum olmuş birkaç çeşit ışık türüne münhasır olduğundan bilgimizin de buna paralel sınırlı olacağını anlayabiliriz. Her şeye rağmen insanlık tarihi boyunca, kainata yayılan bu bilgi kırıntılarını bulabilmek için sadece gözlerimizi değil; mikroskop veya teleskop gibi nice cihazları da kullandık. Böylece Mikro alemden Makro aleme açılan kapılardan geçip, ışığın rehberliğinde gerçeğin yolunu tutmaya çalıştık.
Bu cihazların çalışma prensipleri aslında bizlerin de evrene bakış prensibi olmalıdır. Mikroskopa veya teleskopa yerleştirilen objektifler, ışıkları toplayarak ve göze ulaştırarak çok küçük olan veya uzakta bulunan cisimleri görebilmemizi sağlayan cihazlardır. İşte öyle de iman obfektifinden bakıldığında, alemde olan nurlar toplanır; tüm alemi tek bir objektifte tüm gerçekliğiyle temaşâ etmeye başlayabiliriz. Topladığımız bu bilgi kırıntılarıyla sonsuz ilim sahibi olan Allah’ı düşünüp yine O’nun deyişiyle “Nur üstüne nur” olduğunu anlamaya çalışabiliriz.