Bütün kalabalıklığına ve düzensizliğine rağmen, şehir hâlâ canlı, hâlâ nefes alıyor. İslâm şehirlerinin hepsi böyledir.
Sabahleyin erkenden Hasankeyf’deyiz. Puslu ve soğuk bir hava. Ama elbette Doğu’nun kendine has büyüsü, her türlü görünür sıkıntıları ortadan kaldırıyor. Zeynel Bey Türbesi’ni uzaktan izleyerek, Dicle nehrinin kenarından Kale’ye doğru tırmanıyoruz. Artuklular, zamanın en muhkem şehirlerinden olan Hısn-ı Keyfâ’yı burada inşa etmişler. şimdilerde birkaç yıkıntı halini alsa da, Hasankeyf, bir zamanlar ne muhteşem bir İslâm şehri olduğunu fısıldıyor bizlere. Ama günümüze pek bir şey kaldığını söyleyemiyoruz maalesef.
Ilısu Barajı’nın inşa edilecek olması sebebiyle, Hasankeyf, bütün Türkiye’nin gündeminde uzun süredir. “Hasankeyf’e sadakat” yürüyüşleri yapılıyor. “Hasankeyf yok olmasın” deniliyor. Oysa Hasankeyf, çoktan yok olmuş bile. Tam bir harabeye dönen şehri korumak için çırpınmak, saygı duyulacak bir anlayış belki. Ancak o tren çoktan kalkmış.
Hasankeyf adının, ‘Hasan’ın keyif yaptığı yer’ şeklinde ilginç bir hikâyesi olduğunu öğreniyoruz ayrılmadan. Bunu bize, meccânen rehberlik yapan bir Hasankeyfli çocuk anlatıyor. “Siz de keyfedersiniz inşaallah” diyerek...
II. ‘Medeniyetler beşiği Midyat’. Böyle yazıyor şehrin meydanında. Anadolu’da o kadar çok medeniyet kurulmuş, o kadar çok tarihi dönem medeniyet olarak adlandırılmış ve o kadar Anadolu şehri kendini aynı vasıfla tanımlıyor ki, Midyat ilk başta çok iddiasız görünüyor gözümüze. Ama şehrin eski kısmına doğru çıkıp da, etrafı güzelce seyredebileceğimiz bir yere gelince, Midyat’ın gerçekten muhteşem bir şehir olduğunu anlıyoruz.
Midyat, camiden çok kiliselerin boy gösterdiği bir şehir. Kendisi ünlü, sokakları şenlikli, turisti bol... Taş sokakları adımlarken adım başı kiliseye ve Süryani konaklarına rastlarken, ister istemez, Müslümanlarla Hıristiyanların, Müslümanlarla Yahudilere oranla daha barış içinde yaşayabildiklerini görüyor insan.
III. Keyifli, yeşillikler ve tepeler eşliğinde sürdürülen bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Mardin...
Bir dağın yamacına kurulmuş, önündeki ovaya doğru ayaklarını uzatmış, gerçekten büyüleyici bir şehir Mardin. Ulucamii ile, şehidiye Camii ile, hanları, kervansarayları, medreseleri, kiliseleri, Süryanileri, Arapları, Yahudileri, Türkleri ve Kürtleriyle...
Mardin’de, Kırklar Kilisesi’ne yakın şirin bir taşra otelinde kaldık. Burası bir ‘esnaf oteli’ imiş bilenlerin anlattığına göre. Otelin penceresinden Mardin ovası, Ulucami’nin heybetli minaresi, taş konaklar ve masmavi bir gökyüzü görünüyor.
Deyruzzaferân Manastırı’na da uzandık son gün. Ancak tam ayin gününe denk gelmemiz sebebiyle manastırın içini görmemiz mümkün olmadı. Dışarıdan bakışla bile ihtişamı büyüleyici olan manastır, bölgenin en önemli Süryani mabetlerinden biri olarak biliniyor.
Türkiye’de daha çok Mardin ve çevresinde yaşayan Süryaniler, Ortodoks Hıristiyanlığın bir mezhebi. Kudüs, Antakya, İskenderiye, İstanbul (Fener), Moskova gibi belli-başlı patrikliklerce temsil edilen Ortodoksluğun, Süryani kolunun merkezi Antakya Patrikliği.
Antakya Patriği Ignatius Mor Sakka İvas, halen şam’da ikamet ediyor. Süryani Kilisesi, kendisinin uhdesi altında. Türkiye’deki manastırların kutsal merkezi Mardin’deki Tûr Abdin bölgesi. Tûr Abdin, metropolitler tarafından yönetiliyor.
IV. Ve gezimizin son durağı, Diyarbakır’dayız.
Ya da benim söylemeyi çok sevdiğim şekilde: Diyarbekir’de.
Uzun zamandır görmek istediğim, bir türlü denk düşüremediğim bir şehir burası. Özellikle de Suriçi Diyarbekir.
Ulucami ve çevresinden başlıyoruz gezimize. Bütün kalabalıklığına ve düzensizliğine rağmen, şehir hâlâ canlı, hâlâ nefes alıyor. İslâm şehirlerinin hepsi böyledir. Üzerinde o anda sergilenen arızî siyasal / sosyal / ekonomik müsamereleri görmezseniz, şehrin kendisinde bir de asıl bünye bulunduğunu fark edersiniz. şehir o demektir işte. Her gelenin bir şey eklediği, oyuncular sahneden çekilip gittikten sonra bile kalandır o bünye. Diyarbekir’de bunu gördüm ben. Ve de çok sevindim görebildiğime. Yüz yıl öncesini düşündüm. Ve yüz yıl sonrasını. Ve hiç kimsenin bu muhteşem şehri sahiplenmeye hakkının olmadığını...
Havaalanına geçmeden önceki son şehir turlarımızdan birinde, Melek Ahmet Paşa Camii’nin karşısındaki ara sokaklardan birinde, bir Katolik bir de Protestan kilisesi bulduk. Katolik olanı kapalı görünce, mecburen Protestan’la idare ettik.
Hiç kiliseye benzemeyen bir yerdi burası. Modern, adeta bir konferans salonu havasında dizayn edilmiş. Mardinli bir ‘papaz’ bize ‘İsa’yı buluş’ öyküsünü anlattı:
Müslümanmış önceleri. Ama mutluluğu bulamamış. Ateist olmuş. Sonra tekrar İslâm’a dönmüş. İlahiyat okumuş. Fakat sorularına cevap bulamayınca, yeniden ateist olmuş. Sonra ‘tesadüfen’ dinlediği Hıristiyan ilahiyatına merak sarmış. Ve Hıristiyan olmuş. “Burada mutluyum” dedi. Ben de “Ya burada da canınız sıkılırsa?” diye sordum. Gülümsedi. Direkt bir cevap vermek yerine “Hey Gâvur, Anlatsana...” adlı bir kitapçık hediye etti bana. ‘Gâvur’, yani Hıristiyan bir din adamı, Hıristiyanlığa yöneltilen eleştirileri kendince cevaplıyordu kitapçıkta.
Böylece ayrıldık Diyarbekir’den. İşte ben de, bir Müslüman olarak anlattım gördüklerimi size.