
2012 yılının Ramazan ayında bir güzel müessesenin Kur’an talebeleri ile umre ziyaretinde bulunduk. Her akşam farklı biri olmak üzere, aynı dönemde umrede bulunan bir kıymetli insan, bizlere sohbet irad etmek için misafirimiz oluyor kaldığımız otelde. Hasılı gündüzü Kur’an, gecesi sohbetlerle ifa edilen günler... Yine bir akşam otel odasında, pek samimi bir ortamda sohbet için bekleşiyoruz. Yüzlerinde Kelamullahın izlerini taşıyan, büyük-küçük onlarca Kur’an talebesinin arasında biz de nasipleniyoruz o gönül ikliminden... Hepimizin çokça kıymet verdiği bir güzel insan, nihayet teşrif ediyor o mütevazı ortama. Selamlayıp oturuyorlar. Sohbete başlarken fatihalar, ihlaslar okunduktan sonra bizlere o kutlu ziyarette öncülük eden bir ağabeyimiz mikrofon uzatıyor misafirimize; iletişimin daha kolay sağlanması için. Sohbet etmek üzre gelen büyüğümüz ise sesinin her yana kolayca ulaşacağını ifade ederek, her zamanki nezaketi ile reddediyor. Ama ne red... Öyle kibar, öyle hoş ki. Bizlerden sorumlu o ağabey; "Efendim, biz gençlere hep mikrofon ile sohbet ederiz, böyle daha tesirli olduğunu düşünüyoruz" dese de büyüğümüz "cızırtı olursa pek rahatsız ediyor" diye mukabele ediyorlar. Aynı vaziyet bir defa daha tekrarlanınca reddedemiyor o güzel insan. Fakat başından geçen bir olayı anlatmaya başlıyor buna binaen:
"Bir gün bir kardeşimiz, bir hususta istişare etmeye gelmiş. Hanımının memleketine giderlerken, yola çıkar çıkmaz başlamışlar hanımıyla tartışmaya. Biri Eskişehir üzerinden gidelim diyormuş, diğeri Ankara. Yol boyunca tartışmış, birbirlerini çokça incitmişler. Neticede birinin dediği yoldan gitmişler, fakat incinen incinmiş bir kere. Beyefendi kardeşimiz de `ne yapayım da gönlünü alayım` diye akıl danışıyor. `Pekiyi` deseydin evladım, hem `pekiyi` diyebilseydin ne incitirdin ne de incinirdin. Aksine gönlünü ederdin. Bu işlerin tadı tuzudur böyle durumlar. Fakat `pekiyi` diyen kazanır. Taraflardan biri pekiyi demeyi bilecek, yoksa tadı da kalmaz tuzu da... "İki cihan saadeti, "pekiyi" diyebilmekten geçiyor" derdi Musa Topbaş Efendi. Şimdi biz de bu ağabeyinize pekiyi diyelim ki gönlü kalmasın" diyor. Yaklaşık bir saat süren o güzel sohbetten, heybemizde bir Medine hatırası, bir hoş sohbet ve bir güzel kelime kalıyor; "pekiyi..."
Tahammülsüzüz...
Eski(mez)lerin düsturu olan "hemhâl olma"nın adı empati oldu olalı, ne çok kaptırmışız kendimizi ben merkezli dünyaya. Bir küçük meselede dahi pekala deyip memnun etmek varken, kendi arzularımız uğruna ne kolay incitiyoruz sevdiklerimizi. Artık ne kadar sıradan geliyor sadakat sözleriyle kurulan yuvaların olur olmaz sebeplerle yıkılması; muhabbet üzerine inşa edilen dostlukların menfaat uğruna, hırs uğruna bozulması. Böyle böyle şüphe giriyor en emin hislerimize, düşüncelerimize bile. Böyle böyle yitiyor tahammülümüz.
Tahammülsüzüz. Yürüyen merdivenlerden koşarak inercesine bir tahammülsüzlük. Zamana, beklemeye, sevmeye bile tahammülümüz kıt kalıyor bazen. Vakit algımız hız dünyasının; sevgimiz menfaatin; hâlimiz zamanın kurbanı oluyor. Oysa bunca atalete dur diyebilmenin adıdır "pekiyi". Kırıp dökmenin değil, inşa etmenin; tahammülsüzlüğün değil, hemhâl olabilmenin ete kemiğe bürünmüş hâlidir... Yol ayrımlarıyla dolu hayatta, arafta kalırsak eğer, etrafımıza şöyle bir nazar edip sevdiklerimizi de düşünerek sormalıyız kendimize: "dün gitti, bugün varsın, yarın var mı?" Ardından hangi hâlis teklifin muhatabı olursak olalım, tahammülleri alt üst ederek, sevdiklerimiz uğruna verelim cevabımızı...