Üzerimizde en fazla hakkı bulunan kimseler, hiç şüphesiz anne ve babalarımızdır. Tabi ki Rabbimizden sonra… Zira dünyaya geliş sebebimiz olan ebeveynlerimiz, karşılık beklemeden veren, birer fedakârlık âbideleridir. İtaat etmesek dahi desteğini bizden esirgemeyen cennet vasıtalarımızdır. Dünyalık adına bize verilen en kıymetlilerimizdir…
Bir mekteptir ebeveyn. Evladın; vefayı, merhameti öğrendiği bir mektep. Sadece Allah’a kul olmak için geldiğimiz bu dünyada, sevginin nasıl halis olabileceğini gösterir bize. Bu mektebi geçemeyen; evladına anne baba, çevresindekilere dost, Rabbine kul olabilir mi? Kendisini dokuz ay zahmetle taşıyan, doğduğu andan itibaren de gece-gündüz, sağlık-hastalık, gençlik-ihtiyarlık, varlık-yokluk demeden hayatını feda ettiği annesine nankörlük eden bir insanın, diğer varlıklara karşı –Rabbi de dâhil- vefakâr olması düşünülemez. Zira insanın herhangi bir olay karşısındaki tavrı, onun nasıl bir karaktere sahip olduğu hakkında bilgi verir.
Allah Teâlâ’nın, anne babaya ihsanı, kendisine kulluğun hemen ardından zikretmesi, (bkz: Nisa, 36, İsra,17) bu mektebin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Üstelik bu meselenin ahlâkî boyutundan ziyade imanî boyutu bulunduğuna işaret eder. “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza ihsanda bulunmanızı (onlara iyi davranmanızı) kesin bir şekilde emretti.” (İsrâ 17/23). Bu emrin, başta Yahudiliğin on emri olmak üzere eski şeriatlarda da bulunması, ne kadar köklü olduğunun nişanıdır.
Kur’an-ı Kerim’de anne-baba ile ilgili ayetlere baktığımızda görürüz ki emredilen, ebeveyne mutlak itaat değil, ihsandır. “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını (ihsanı) tavsiye etmişizdir... Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Yine de onlarla dünyada iyi geçin. Sen Bana yönelenlerin yolunu izle. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman 14-15)
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak aktarılan rivayet, konuyu aydınlatmaya kâfidir: Annesinin bir tanesi olan Sa’d b. Ebî Vakkas, 17 yaşında Müslüman olmuştu. O günlerde yaşadıklarını şöyle anlatır: “Ben anneme karşı çok saygılıydım. Müslüman olduğum zaman annem bunu kullanarak beni İslâm’dan döndürmek istedi ve: ‘Ey Sa’d! Bu yeni din de neyin nesi? Ya bu dini terk edeceksin yahut ölene dek yiyip içmeyi bırakacağım!’ dedi. Ben kendisine: ‘Anneciğim sakın böyle bir şey yapma! Zira ben kesinlikle dinimi bırakmam.’ dediğim hâlde o, yemeyi içmeyi bıraktı. Bu hâl bir müddet devam etti. Benim bütün ısrarıma rağmen ağzına bir şey koymadığından annem gittikçe erimiş, bitkin düşmüştü. Kendisine: ‘Anne, Allah’a yemin olsun ki, senin yüz canın olsa ve her gün birer birer çıkmaya başlasa, ben bu dinimi terk etmem!’ dedim. Benim bu azmimi ve kesin kararımı görünce yiyip içmeye başladı. Bu olay üzerine bu ayet indi.”