Bilgehan Eren
-Derin Dünya İmparatorluğunun Görünmeyen Silahı 4-
Cihazın verdiği maddî ve metafizik sıkıntılar yanında, bir de derdini anlatamama veya anlatsan da anlaşılamama ve yaftalanma sıkıntısı da başlı başına ayrı bir mânevî buhran sebebidir.
8 Ocak 2013 tarihli Euronews’in Türkçe yayınında “Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı” başlıklı son derece “şaşırtıcı” bir habere yer veriliyor, özetle şöyle deniliyordu:
“Güney Asya’nın küçük ülkesi Bhutan Krallığı’nda gelişmişlik Gayri Safi Millî Hâsıla yerine Gayri Safi Millî Mutluluk endeksi ile ölçülüyor. Tüm dünyada, kişi başına düşen millî gelir tartışılırken, bu sıradışı Himalaya krallığında halkın ne kadar mutlu olduğu önem taşıyor. Gayri Safi Millî Mutluluk, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına, iyi bir yönetime, çevrenin ve kültürel değerlerin korunmasına dayanıyor.”
Devam eden görüntülerde, 11-12 yaşındaki bir kız öğrenciyle, sınıfında mini bir röportaj yapılıyor ve muhabir İngilizce olarak “Mutlu bir kız mısın?” diye soruyor. Kız öğrenci, “her zaman” diye cevap veriyor. Muhabir, “Her zaman mutlu olman mümkün mü?” diye sorunca, bizi sarsan bir cevap geliyor (ki detaylarını birazdan izah etmeye çalışacağız): “Zihnimizi kontrol edebilirsek bu mümkün...”
Bu haberi bizim için “şaşırtıcı” kılan husus şu: Dünya kamuoyuna, Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı şeklinde lanse edilen Bhutan, aslında, kelimenin tam anlamıyla adaletsizlik, zorbalık, zulüm, asimilasyon ve işkence krallığıdır. Tahmini 700 bin olan nüfusunun 100 binden fazlası mülteci olarak ülke dışında ağır şartlarda, Bhutan’dakiler ise büyük bir baskı ortamında yaşamaktadır. Ve bu baskı, yani kontrol altında tutulma durumu, tam da kız öğrencinin -muhtemelen farkında olmadan- ifade ettiği gibi, zihin kontrol tekniklerine de dayanmaktadır.
Televizyonun ancak 1999 yılında girdiği Bhutan Krallığı, ilginçtir ki rejim muhaliflerine, “cihazlı-elektromanyetik zihin kontrolü” yapabilme teknolojisine sahiptir. Elbette kastımız bunu ürettikleri değil de, bir yerlerden temin ettikleri yahut bir yerlerden verildiğidir.
Dünya nüfusunun yarısından fazlasının haritada yerini bile gösteremeyeceği Bhutan Krallığı’nın yapmış olduğu zulmü ve elektromanyetik zihin kontrolünü, dünya kamuoyuna duyuran kişi ise kendisi de yıllarca bu işkenceyi bizzat yaşamış Bhutanlı bir devlet adamı: “Tek Nath Rizal”. Yazımızın başlığı (Beni Yavaşça Öldüren İşkence) ise Rizal’in 2010 yılında “TORTURE Killing Me Softly” ismiyle yayımladığı, 2011 yılında ise Yusuf Pazar’ın böylesine önemli bir eseri tercüme edip, Türkçe literatüre kazandırmasıyla, Tahkim Yayınları’ndan çıkan kitabının ismi.
Peki kimdir Tek Nath Rizal, niçin böylesine bir işkencenin hedefi olmuştur? Rizal, 27 Mart 1947’de Hindistan ve Çin arasında bulunan küçük Himalaya ülkesi Bhutan’ın güneyindeki Lamidara’da doğdu. Henüz 16 yaşındayken Bhutan’ın resmî ölçme ve değerlendirmeler birimine kabul edildi. 1964 yılında Bhutan Mühendislik Hizmetleri’ne girdi. Chirang vilayeti Lamidara bölgesinden milletvekili seçilerek 1974’ten 1984’e kadar 10 yıl Bhutan Millî Meclisi’nde görev yaptı. Aynı dönemde, Bhutan Millî İş Kurumu’nun da yöneticileri arasındaydı. Milletvekilliğinden sonra Kraliyet Danışmanlığı’na tayin edildi ve 1984-1988 arası dönemde, hem Kraliyet Danışmanı, hem Bakanlar Kurulu üyesi, hem Kraliyet Kamu Hizmetleri Komisyonu üyesi, hem de Bhutan Devlet Denetleme Bürosu Koordinatörü olarak ülkesine hizmet etti. Ne var ki, Devlet Denetleme Bürosu’nu yönetirken, yüksek mevkilerdeki devlet memurları arasında yaygınlaşan yolsuzlukları açığa çıkardığı için Kral’ın hışmına hedef oldu, tüm görevlerinden alındı ve ülkesini terk etmeye zorlandı. Sığındığı Nepal’de tutuklanıp Bhutan’a sınırdışı edildi ve “vatana ihanet ettiği” gerekçesiyle müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 1989’dan 1999’a kadar Bhutan hapishanelerinde korkunç işkencelerle geçen on yıllık bir hapis hayatından sonra, insan hakları kuruluşlarının baskısı sonucunda, eski “devlet adamı” yeni “fikir suçlusu” Tek Nath Rizal, Bhutan rejimi tarafından serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz Nepal’e iltica ederek, hem mücadelesini hem de yaşadığı tüyler ürpertici işkenceleri kitaplaştırdı.
Toplam üç eser kaleme alan Rizal, “Beni Yavaşça Öldüren İşkence” isimli kitabında, rejimin bir korku iklimi yaratıp, baskı ile insanları hizaya çekmeye çalışmasından, Bhutan’daki özgürlük ve insan hakları mücadelesine kadar birçok hususa yer veriyor. Asıl çarpıcı konu ise, bu zulüm ortamında, Rizal’in yaşadığı –adi işkence uygulamaları bir tarafa- zihin kontrolü işkencesi. Rizal, elektromanyetik radyasyonun, vücudunun biyolojik sistemini ve beynini nasıl etkilediğini etraflı bir şekilde açıklıyor. Neticede, Rizal’in bu kitabı, zorba devletlerin böylesine aşırı bir zihnî işkenceyi, siyasî tutuklu ve mahkûmlar üzerinde nasıl kullanılabildiğine dair önemli bir kanıt olma özelliği taşıyor.
İşkence; kamçı, zincir, kelepçe, elektrik gibi fizikî uygulamalarla sınırlı olmadığı gibi, artık ışık
hassasiyeti, çok yüksek desibelde ses, zihnî faaliyeti hedefleyen elektromanyetik dalga gibi teknikleri de ihtiva etmektedir.
Kitabın önsözünde şöyle diyor Rizal:
«Hayatımın 10 yılını Bhutan hapishanelerinin en haysiyet kırıcı ve insanlık dışı şartlarında geçirmiş birisi olarak, bu tecrübelerimi diğer insanlarla paylaşmak istedim. Bu kitabın öncelikli hedefi, kültürel saflığı inşa etmek adı altında etnik temizliğin bir devlet politikası olarak yürütüldüğü güya son “saklı yeryüzü cenneti”nin diğer yüzünü ifşa etmektir.
İşkence; kamçı, zincir, kelepçe, elektrik gibi fizikî uygulamalarla sınırlı olmadığı gibi, artık ışık hassasiyeti, çok yüksek desibelde ses, zihnî faaliyeti hedefleyen elektromanyetik dalga gibi teknikleri de ihtiva etmektedir. Amaç çok açıktır; aklı durgunlaştırmak, anormal davranış değişikliklerini uyarmak ve şahsiyeti parçalamak.
Bende istenen sonucu elde etmek için, hissî tecrid ve beyne değişik enerji çeşitlerini ışınlamanın bir terkibi uygulandı. Bütün hissiyatımı yok etmek için sistematik çalışmalar yapıldı, ancak içimde bir alt şuur sağlam kaldı. Bu ise kendimi yaşadıklarımı ve böylece hatırladıklarımı dünya ile paylaşmaya adadığım işkence sonrası yeniden yapılanma dönemimde, tutunduğum asıl faktör oldu.»
Ezcümle, hapishanede gördüğü fizikî işkenceyi (ve tahliyesinden sonra da devam eden elektromanyetik zihin kontrolünü) tüm çıplaklığıyla kitabında resmetmeye çalışan Rizal, Bhutan’ın zalim yöneticilerinin maskelerini indirmeyi başarırken, onların “Büyük Mutluluk” felsefesini sadece yerle bir etmekle kalmıyor, tarihin gördüğü en korkunç silahlardan birinin de bizzat kurbanı olarak, kamuoyunu farklı bir açıdan da bilinçlendiriyor.
Yeri gelmişken şu kaydı da hemen düşelim. Vücuda yapılan fizikî bir işkenceyi açıp göstermek mümkünken, elektromanyetik sinyaller havada yakalanıp gösterilemeyeceği için, yani meselenin delillendirme kısmı havada kalınca, iddia sahibini “şizofren” benzeri yaftalarla “deli”lendirme gayreti bazen bilmemezlikten-saflıktan, bazen ise bilip de bilmezden gelme tavrından dolayı kaçınılmazdır. Hâsılı, cihazın verdiği maddî ve metafizik sıkıntılar yanında, bir de derdini anlatamama veya anlatsan da anlaşılamama ve yaftalanma sıkıntısı da başlı başına ayrı bir mânevî buhran sebebidir. (Hatta bundan dolayı bazı kurbanlar yaşadıklarını kimseye anlatmamayı seçebiliyor.) Tüm bunları; dışlanma, karalanma, tecrit edilme gibi farklı veçhelerden Rizal’in yaşadıklarında da müşahede ediyoruz.
Altını çizmemiz gereken bir önemli husus da şu: Tek Nath Rizal, hâlâ tam mânâsıyla hürriyetine kavuşmuş değil. Şiddetli burun kanamaları, vücuduna derin acılar verilmesi, geceleri uykudayken dilini şiddetli bir şekilde ısırıp kan içinde uyanması, ibadet ederken taciz edilmesi, dayanılmaz baş ağrıları, geçici hafıza kaybı, konuşma üzerinde kontrol kaybı, kırılan kemik acısı, tüm vücutta yanma ve kaşınma hissi, şahsî duyguları ifade kabiliyetsizliği, susama hissinin kaybı ve yemeklerden tiksinti, yiyeceklerin idrar ve pislik kokması, kalp atışlarının aniden hızlanması, gözlerin önünde parlayan ışıklar ve gözlerin devamlı kızarması, yazma-okuma gibi kabiliyetlerde ciddi körelme, uykusuz bırakılma, bedene sıcak iğneler batırılıyormuş hissi, hastalık yokken aniden çıkan suni ateş gibi onlarca etkiye, fiziken cezaevinde olmasa da, hatta yüzlerce kilometre uzakta da olsa (Avrupa ve ABD’ye yaptığı seyahatler de dâhil) dönem dönem maruz kalmaya maalesef devam ediyor.
Son söz, asrımızı “bilgi çağı” olarak adlandırıp, bilmez (!) olanlara… Dostoyevski’den gelsin:
“Ah siz, şu beş para etmez, reddetme ustası kâhin filozoflar, niçin yolun yarısında duruyor, daha öteye gitmiyorsunuz?!..”