
Neslimizin, gençliğimizin, özellikle düşünce dünyamızın oluşup gelişmesinde pay sahibi, geçmiş ve yakın dönem şâirlerinin şiirlerine sıcak olmasını isterim.
Şimdi seninle, “Seeviyor musunnn?” “Seviyorum!” “Seeviyor musunnn?” “Seviyorum!” “Yaalann söylüyorsun! Şaaak!”çılık oynamayalım.. :)
Şiirden söz edeceğim... Hani, Konya’daki 35. Genç Gönüllüler Buluşması’nda Dîvan Şiiri meraklısı Sevgili Yunus Emre Avşar’ın, “-Meselâ,
Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd için,
Dem be dem, saat be saat ben senin kurbânınam...
mısralarında olduğu gibi, nasıl sevmeyeyim abi, binlerce kelimeyle anlatılamayanı, birkaç kelimeyle, hem de âhenkle ortaya koyabilme sanatını?” dediği, şiirden bahsedeceğim.
Edebiyata, özellikle de şiire uzak, gittikçe de uzaklaşan bir durumda görüyorum gençliğimizi. Bu beni üzüyor ve endişem git gide çoğalıyor.
Bu konuda yaratılış ve mevzûnun müdriği bir aile içerisinde yaşanmış geçmişe dair baht açıklığı olan bir kişi olabilirim. Lâkin bu, söylemek istediğim hakîkatlerin dozajını düşük tutmamı gerekli kılmaz.
Hep, bir Müslümanın şiir defteri olmalı diye düşünmüşümdür. Kendisini, târihine, duygu iklimine, şuuruna taşıyacak ve her dem kendi kendini büyütecek bir şiir defteri..
Erzincanlı’nın okuduğu Asırlık Şiir’e dikkatinizi çekmek isterim meselâ. Râsulullah S.A.V. Efendimiz’e bir sohbetinden sonra, Abdullah Bin Kürz R.A., “Yâ Rasulallah, biraz önce anlattıklarınızı, size tekrar şiir olarak söyleyeyim mi?” diye sorup onay alınca Hz. Peygamber’i bile ağlatacak o billur mısralar dökülüyor dudaklarından.
Bir bakıma şiir, Peygamber sözünü bile işçiliğe tâbî tutarak, onu, Peygamber’i bile hislendirecek bir mânâya bürümüş olarak çıkabilmiş karşımıza.
Kur’an-ı Kerim’in, özellikle Mekke Dönemi’nde inen âyetlerine göz atıldığında, o dönem Arap dünyasında hâkim olan Edebiyat kuvvetine Rabb’bimizin insan akıl ve kalbinin tasavvur edemeyeceği ağırlıkta bir darbeyle mukâbelede bulunuyor olması da câlib-i dikkattir. Öyle ki, Ebû Cehil mel’ununun, geceleri gizlice ibadet için Kâbe’ye gelenlerin okuduğu Kur’an âyetlerini, bir örtünün arkasına gizlenerek hayran hayran dinlediği rivâyet edilir.
Kelimenin, cümlenin, sözün de güzeli, yakışıklısı vardır. İnsan, bakımlı, derli toplu, aksesuarlı, üzerinde işçilik emâresi bulunan ifâdelere daha bir alâka duyar.
Şimdiki dönem siyâsetçilerin uzun süredir kazananlarının, uzun süredir kaybedenlere göre şiire duydukları ilgi ve onu insanlarla buluşturma fikirlerinin, başarılarında önemli bir etken olduğunu düşünürüm hep.
Bir solcu, bir milliyetçi, bir falan filan, neden fikriyatının şâirlerinden mısrâlarla sevenlerine hitapta bir zenginlik arzu etmez, şaşırır dururum.
Ve neslimizin, gençliğimizin, özellikle düşünce dünyamızın oluşup gelişmesinde pay sahibi geçmiş ve yakın dönem şâirlerinin şiirlerine sıcak olmasını isterim.
Bir Müslüman genç, hadi onlarcasını, yüzlercesini, belki binlercesini kenara koyalım, bir Fuzûli’den, Bâkî’den, şâir evliyâdan ve pâdişahlardan nasıl bîhaber olabilir?
Bir Mevlânâ, Yûnus Emre, Mehmet Âkif, Necip Fâzıl, Sezai Karakoç gibi söz üstadlarından, dağarcığımızda zihniyetimizi hayatta tutacak kadar bir azığımız yoksa, neyse, ben bu cümlenin devâmını getirmeyeyim, rûhum acıdı…
Aşkı kılıktan kılığa sokarak insanlığın başını döndürmüş Mevlânâ.
Yûnus, Taptuk’ta bulduğu hikmet lokmalarından beslenerek Allah’a tapa tapa, sarı çiçekle, nebâtâtta duyduğu zikri mısralara dökerek sonraki tüm nesillere tevhid getirtmiş.
“Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!” diye haykıran Âkif, kalplere korku salan mü’min ferâsetinin ete-kemiğe bürünmüş ifâdelerini koymuş ortaya.
“Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!” diyen Necip Fâzıl, erişilmiş hidâyetin şükür vesîkalarını sayısız mısra ile sermiş hakîkat sofrasına.
“Bir gün gözlerimin tâ içine bak, Anlarsın ölüler niçin yaşarmış..” diyen Karakoç nice ediplerin sinir sistemine erişmeye muktedir olamadığı anlam derinliğinin kılcal damarlarına çadır kurmuş..
Ve sen ey genç!
Bilmiyorsan Nûrullah Genç’in Yağmur’unu, altında ıslanmaktan zevk aldığın o damlacıklar topluluğuna “rahmet” demekte acele etme olur mu?