Sufinin derdi büyük. Derdi aşk, derdi hakikat. Ciğeri yanacak, gönlünün parça parça olduğunu hissedecek, susacak. Bir bakışıyla, bir sözüyle nice insanı dizgine getiren o değil miydi? Artık olmayacak. Elsiz, ayaksız kalacak. Sebeplerin yetmediği, tedbirlerin boşa çıktığını görecek.
Eskiler her işin usulünü ciddiye alır, usulsüzlük vusulsüzlük hasıl eder, derlerdi. Yani işin kuralına, edebine uymazsan kavuşamazsın. Neye? Sonuca, başarıya, hedefe… Şimdilerde mümkün mertebe kural olmasın isteniyor. Hâlbuki kurallar düzen içindir, usul içindir, özgürlüğü kısıtlamaz.
Usulün en çok hayata değdiği yerlerden biri de tekkeler. Sofraya tuz getirmenin bile bir adabı var. Hangi elde ne taşınır, nasıl taşınır belli.
Her özel sistemin kendine ait terimleri olması da kaçınılmaz. Akıllı telefonunuz olduğu anda ona ait terimler de hayatınıza giriyor. Ve herhangi bir kelime bir alanda farklı bir anlamda kullanılırken, başka alanda tamamen değişik bir manaya işaret edebiliyor.
Sufilerin de kendilerine ait bir dilleri var. O dünyada kelimeler bambaşka sembolleri sırtlanabiliyorlar. Zahirine bakıp hükmederseniz elinizden atıverirsiniz okuduğunuz kitabı. Böylece ilk tuzakta avlanırsınız. Nasibiniz kesilir. Bu derin ve başka bir mevzu. Şimdi yeri değil.
Sufilerin bir deyimine varalım kısa yoldan: Allah derdini arttırsın. Okunduğu gibi alırsak, bir nevi beddua gibi görünüyor. Dünyada aradığımız hep dertsiz baş değil midir? Mevlana’nın “vücudunu yağlı ballı şeylerle besleme” nasihati çoktan unutulmuş gibi, ‘bir eli yağda bir eli bal’da bir hayat temenni ederiz. Hangi delikanlıya dert sahibi olacağı bir iş teklifi getirseniz kabul eder? Hangi genç kıza evlenince derdin artacak deseniz, talibini kabul eder? Hadi biz zahire takılmayalım. Cevizin kabuğunu geçip, meyvesine ulaşmaya çalışalım.
Özellikle yola, tarikata, seyrü sulük’e yeni girenlere çokça yapılan bir dua/temenni imiş bu cümle: Allah derdini arttırsın. Nedir sufinin derdi? Tarikattan, yoldan bir an evvel mezun olup diploma/icazet almak mı? Tekkedeki kariyer basamaklarını hızlıca tırmanıp post’a oturmak mı? Post hadi çok yüksek bir makam, en azından şöyle ayak işlerini çömez dervişlere gördürebilecek kadar aşama kaydetmek, evliyalığına delil olsun diye birkaç da keramet sahibi olmak mı? Değil elbet, değil. “Sufilere göre gerçek dert aşk”, imiş. “Dert, gerçeğe ulaşma derdi” imiş. Daha şimdiden görüşümüzü bulandıran sisler aralanıverdi değil mi? Derdin, gerçeğe ulaşmak olursa, derdin aşk olursa elbet sevinirsin bu duaya: Allah derdini arttırsın.
Kişisel gelişim uzmanları, hayat guru(!)ları hedefi yüksek tutmayı tavsiye ederler. Hedefin ne kadar yüce olursa, sadece ona odaklandığın için ayağına takılan çakıl taşlarını umursamazsın. Elbisen çamura batar, dert etmezsin, aklanır paklanır yoluna devam edersin. Dervişlikteki “demir asa çelik çarık ile” sembolü de bunun için olabilir mi? Ararken ayakkabın eskir, dayandığın dallar kırılır ama sen vazgeçmezsin. Kavuşmadıkça, bulmadıkça vazgeçmezsin. Hedefin yüce olsun ki himmet de âli ola.
Sufinin derdi büyük. Derdi aşk, derdi hakikat. Ciğeri yanacak, gönlünün parça parça olduğunu hissedecek, susacak. Bir bakışıyla, bir sözüyle nice insanı dizgine getiren o değil miydi? Artık olmayacak. Elsiz, ayaksız kalacak. Sebeplerin yetmediği, tedbirlerin boşa çıktığını görecek. Tam bitti derken, yeniden ayağa kaldırılacak. Kül oldum derken, yeniden doğacak. Eskisinden daha güzel… Daha kâmil. Tabi yol uzun, çeşitli meşakkatler bekliyor. Sabredip devam eden görecek, sonunda ne var? Velhâsıl, beddua değil, hayır dua. Allah derdinizi arttırsın.