Siz bu tür şeylere takıldığınız an, maneviyatınız azalıyor, tavaflarda ve ibadetlerdeki ritim kayboluyor. Hani diyoruz ya, insan tavaf ederken sanki her şavtla birlikte biraz daha arşa yükseliyor, varoluş hakikatinin kıyısına uzanıyor, varlığı hakikat âleminde eriyor; ancak bu tür şeylere takılmaya başladığınız an yere çakıldığınızı hissediyorsunuz. O kutlu mekândan yeterince istifade edemiyorsunuz.
Allah Teâlâ, ayet-i kerimede, “Nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne çevirin” buyurur. Bu emirle Müslümanların Kıble’si tayin edilmiş olur. Bu kıble, Allah’a yönelen bütün yönlerin kavşağında yükselen hürmet nişanesi Kâbe’dir. İnsanlığın atası büyük Peygamber Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail’in (a.s.) insanlık için inşa ettikleri en eski mabettir. Dillerinde dualar: “Rabbimiz bizden kabul buyur, sen dualarımızı işiten samimiyetimizi bilensin. Rabbimiz bizi ve neslimizi Müslüman bir toplum olarak sana boyun eğenlerden eyle…”
Kâbe’nin inşası bittikten sonra Allah Teâlâ, Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İbrahim’e, “İnsanları hacca çağır. Gerek yaya gerek yorgun develer üzerinde dünyanın her bir tarafından koşup gelsinler” emrini verir. Rivayete göre Hz. İbrahim, “Ya Rabbi ben sesimi o kadar uzaklara nasıl duyurabilirim ki?” deyince, Allah Teâlâ, “Sen seslen ben duyururum” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Makam-ı İbrahim’in üstüne çıkıp o kutlu çağrısını yapmıştır: “Ey insanlar Allah’ın evini haccedin!” Ve bu çağrıyı yeryüzündeki insanlar, anne karnındaki bebekler hatta ruhlar âlemindekiler duymuşlardır. O gün o çağrıya “Lebbeyk” diyen herkesin Kâbe’yi ziyaretten nasibi vardır, denilir.
Binlerce yıldır, insanlar o kutlu çağrıya kulak verip “Lebbeyk” diye yollara düşerler. Allah’ın evini tavaf ederler. Görünüşte Kâbe çok sade bir yapıdır. Ancak o sadelik içinde öyle bir derinlik vardır ki, insanı hemen sarıp sarmalar. İnsana varlığın sırrını öğretir.
Hani insan, âlem-i evrakta, Allah Teâlâ’nın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine “Evet sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde ahit vermiştir ya; işte Kâbe’yi gören, tavaf eden, ona dokunan, Hacerü’l-Esved’i öpen insan, o ahdi hatırlar. Hatırlamak ne kelime! Kâbe’yi tavaf ettikçe adeta âlem-i ervaha gider, “Evet sen bizim Rabbimizsin!” kelimelerini terennüm eder. Dudaklar kıpır kıpır dua ve yakarış halinde, ahdini tazeler, her şavtla birlikte yeniden yeniden… Gözlerden ahdi yenilemiş olmanın işareti yaşlar dökülür:
İşte Rabbim buradayım, sadece kul olarak geldim huzuruna, başım açık, ayağım yalın… Sen Âlemlerin Rabbi, efendiler efendisi; bense sana muhtaç bir köle… Bütün benliğimden sıyrıldım da geldim, bütün varlığımı geride bıraktım da geldim… Senin yüceliğine râm olmak için geldim. Hz. İbrahim’in (a.s.) çağrısına, Hz. Muhammed’in (s.a.) sünnetine uydum da geldim.
***
Bütün bunlar güzel duygular… Orada bulunan her insan, bu hisleri az çok yaşar. Ancak ruhumuzda oluşacak ve tavaf ettikçe artacak bu yangını söndürecek, tasavvuf dilinde söylendiği şekliyle kutta-i tarikler (yol kesiciler) de çok orada. Benliğimizden tam sıyrılamamışsak, varlığımızı Kâbe’ye bütünüyle bağlayamamışsak nefsimizin tuzaklarına düşmemiz işten bile değil.
Orası Allah’ın beyti… Dünyanın dört bir yanından insanlar kısa bir süreliğine gelip orada Rahman’ın misafirleri oluyorlar. Giriş ve çıkışlarda zorluklar var. Tavaf esnasında çoğu zaman izdiham var. Önünüze geçen, farkında olmadan sizi iten, rahatsız eden insanlar olabilir. Hoşunuza gitmeyen tavır ve davranışlarla karşılaşabilirsiniz. Yapmanız gereken en önemli şey hemen onların Rahman’ın misafirleri olduğu, sizin de misafir olduğunuzu hatırlamanız. Ev sahibinin huzurunda edepsizliğin yakışmayacağı... Siz yolunuza gidin, duanızla, Kâbe ile meşgul olun; içinizde kabaran öfke duygusu hemen sönüp gidecektir.
Siz bu tür şeylere takıldığınız an, maneviyatınız azalıyor, tavaflarda ve ibadetlerdeki ritim kayboluyor. Hani diyoruz ya, insan tavaf ederken sanki her şavtla birlikte biraz daha arşa yükseliyor, varoluş hakikatinin kıyısına uzanıyor, varlığı hakikat âleminde eriyor; ancak bu tür şeylere takılmaya başladığınız an yere çakıldığınızı hissediyorsunuz. O kutlu mekândan yeterince istifade edemiyorsunuz.
Hem her yaptığımızı an be an birileriyle paylaşmak zorunda mıyız? Hiç Allah’la kul arasında kalacak bir anımız olmayacak mı? Hiç, tevazu ve mahviyet hırkasına bürünmeyecek miyiz biz? Hiç, mahfiyet duyguları içinde, samimiyetle ve riyasız bir amelimiz olmayacak mı? Hepsini dünyada göstere göstere tüketecek miyiz?
Son zamanlarda Kâbe’de, kutlu evin kenarında insanı çok rahatsız eden bir manzara daha çıktı ortaya. Bir yol kesici... Kendi adıma bunu hiç benimsemediğimi söylemeliyim. Sırtı Kâbe’ye dönük elinde cep telefonu selfie dedikleri kendi kendinin fotoğrafını çeken insanlar! Edep ya hu! Rabbimiz’in, yüzünüzü dönün dediği Kâbe’ye insan sırtını mı döner? Feyzin, maneviyatın, bereketin kaynağı olan Kâbe’yi, kendini göstermek için nesne olarak mı kullanır!
Hem her yaptığımızı an be an birileriyle paylaşmak zorunda mıyız? Hiç Allah’la kul arasında kalacak bir anımız olmayacak mı? Hiç, tevazu ve mahviyet hırkasına bürünmeyecek miyiz biz? Hiç, mahfiyet duyguları içinde, samimiyetle ve riyasız bir amelimiz olmayacak mı? Hepsini dünyada göstere göstere tüketecek miyiz?
Orada tek yapman gereken Allah’ın rahmet nazarı tarafından görülebilmek olmalı! Diğer uğraşıları terk etmelisin! İşte buradasın; çağrılmışsın, sevk edilmişsin. Şimdi tek düşünmen gereken gönlünü bir nazargâh-ı ilahi kılabilmek olmalı! Hacerü’l-Esved’in önünde “Bismillah Allahü Ekber” derken, ilahi kameraya takılabilmek olmalı!
Maalesef tehlikeli sularda yol alıyoruz. Bütün manevi değerlerimizi kendi benliğimize nesne yapıyoruz. Daha çok görünmek, daha çok göstermek adına… Deyim yerinde ise görünüyorum o halde varım, gibi bir felsefeye kayıyoruz. Bir başka deyişle varlığı görünmeyle ilintiliyoruz. Sosyal medyada görünüyorsam, yaptıklarımı gösteriyorsam varım; görünmüyorsam/göstermiyorsam yoğum.
Mahviyeti, mahfiyeti sözlüğümüzden çıkardık da, riyanın, mürailiğin ne olduğunu da mı unuttuk. Hâlbuki Allah Teâlâ, “Onlara namaza kalkın denildiğinde uyuşuk uyuşuk kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler” buyurarak münafıkları anlatır.
Eğer yaptığımız çekimler, paylaşımlarımız, bunlara ayırdığımız vakitler, bizi namazdan, Allah’ı zikretmekten alıkoyuyor, bizi gösteriş ve kibre sevk ediyorsa, kendimizi bir daha gözden geçirmeliyiz. Sırf bunun için, Allah’ı zikir, varlığı tefekkür, benliğimizden sıyrılma mekânı olan Kâbe’nin önünde fotoğrafla uğraşmayı, selfieyi tasvip etmediğimi tekrar etmek istiyorum.
Kâbe’nin örtüsü üzerindeki hatlardan birinde şu ayetin yazdığını fark ettim: “Her kim Allah’ın şiarlarını (kutsal kıldığı şeyleri) yüceltirse, kuşkusuz bu, kalplerdeki derin takva ve samimiyet duygusundan kaynaklanır.”