
Bugün sana derdimizi yeniden anlatacağım.
Zaten başka bir şey anlatamıyorum; dertlendirmeyen şeyi konuşmak zait geliyor, faydası da yok muhtemelen. Atalar zaten dert söyletir demişler; söylendiğimiz şeyin dertlendiğimiz şey olduğunu da biz söyleyelim, belki torunlarımız atasözü diye alır, kabul eder.
Derdimiz ne ki?
Derdimiz nasıl oluştu diye başlasak daha doğru olacak. Bir sabah yüreğimizde bir sızı ile uyanmadık tabii ki…
Yavaş yavaş oluştu.
Daha doğrusu gözlerimizin şu dünyaya ilk açıldığı zaman dilimi var ya, hani kafamızı duvara tosladığımız o malum dönem, kendimizi ve başkalarını “ben” idraki çerçevesinde algılamaya başladığımız o sarsıcı devre…
Her şey o günlerde başladı.
Seçemediğimiz bir zamanda, seçemediğimiz insanların arasında ve seçemediğimiz bir yerde gelmiştik.
Ne arıyorduk burada?
Bir şey aramamız gerekiyor muydu sonra?
Kimdik?
Ne yapmamız gerekiyordu?
Zaten bu kadar “olmuş”, zaten bu kadar “şartlanmış” ve zaten bu kadar “yetişmiş”ken neyi seçmeli, kimin tarafında niye yer almalıydık?
Bu eller, bu gözler, bu ağız, bu yüz, bu olur olmaz her yerde taşıverecekmiş gibi duran yürek ne anlama geliyordu?
Buna benzer daha nice sorularımız vardı.
Ama fazla vaktimiz yoktu, çünkü bir an önce yola koyulmak gerekiyordu.
Yaşamak ertelenebilecek bir şey değildi çünkü. Kaldı ki etrafımızdakiler o kadar bildik, o kadar emin ve o kadar aşina idiler ki her şeye…
Yaşamak onların alıştığı bir şeydi sanki.
Böyle olabildik mi?
Maalesef olamadık. Kolay alışamadık. Sadece yaşamak değildi ki alışamadığız. Hiç ummadığımız zamanlarda sol böğrümüzde sızlayan bir şey vardı, buna da alışamadık. Daha doğrusu şöyle: Ürktük ondan. Potansiyelinden ürktük. Bizi bu kadar kendi peşinden sürükleyebilmesinden… İstediğinde bu kadar hükmedebilmesinden… Yaşamak ve kalbimiz derken bir şeyin iyice farkına varmaya başlamadık mı? Her şeyin ötesinde bir şeyi her geçen gün daha çok hissetmedik mi? O şeyi: İstediklerimiz, özlediklerimiz, umduklarımız, beklentilerimiz bu hayattan çok ama çok fazlaydı. Bu hayat bize yetmiyor, bu hayat bizi kesmiyordu. Sabah doğan güneş, bahar yüzlü dostun tebessümü, paylaşılan bir sevinç, taze ekmek kokusu, gözyaşı…
Hepsi ne kadar sevgili, ne kadar güzeldi. Ama yetmiyor, hep bir şeylerin eksik kalmasına engel olamıyordu. Bir gün ilginç bir şey oldu. Kime olduğu önemli değil, bizden biri desem olur. Ama bana oldu diyeyim sen mesela kendine al, bunu; çünkü değişen bir şey olmayacak.
O gün pazarda annesini kaybettiği için ağlayan bir çocuk gördüm. Yanına vardım. Önce başını okşadım, sonra gözyaşlarını sildim çocuğun. Başımı kaldırıp baktığımda çok ileride bir kadının telaşla oraya buraya seğirttiğini fark ettim. “Annesi bu herhalde” diye düşündüm. Tuttum elinden ve çocuğu oraya götürdüm. Annesiymiş gerçekten. Kadının minnet dolu bakışlarına muhatap oldum. Sonra o bakışların çocuğuna kayarken nasıl şefkate dönüştüğünü izledim. Onlar birbirine kenetlenmiş sarılmışken içimde bir yerlere bahar yağdı sanki.
Ben –dediğim gibi sen de olabilirdin bu- o gün eksik bir şeylerin tamamlandığını hissettim içimde. Sadrımdan bir şey çıktığını gördüm sonra. O şey çıktı yukarıya ve çocuk ile annesini seyreden “ben”i seyretmeye başladı. O “ben”i daha önce hiç görmemiştim. Orada o bakışta aradığımı mı bulmuştum? Emin değildim. Ama dondurup seyrettiğim fotoğraf karesinin hayatımın diğer fotoğraf kareleri arasındaki yalnızlığı korkuttu beni. Bu kare neden bu kadar yalnızdı? Ben neden bu kadar kendimle meşgul, neden bu kadar kendimle dopdoluydum?
Bugün, şu anda işte, burada bu çocuk ile annesinin sevinci, hasreti, ferahlığı –her neyse- neden beni bu kadar ferahlatmıştı? Bu sahne nasıl olmuş da beni almış tutmuş elimden sonsuz bir dinginliğin kenarına getirebilmişti? Bu soru tüm sorularımın yanında ayrı bir yer edindi kendine. Ayrı bir yer edindi çünkü “ben”i aşan bir soruydu bu. Ben merkezli bir soru değildi. Aşkındı. Beni aştığı için aşkın diye nitelediğim bu sorunun zamanla aşkın sorusu olabileceğini çok sonraları kavradım. Tıpkı aşkın, ben merkezliliğin ötesine geçmenin adı olduğunu kavramam gibi…
Ve şunu kavramam gibi: İnsan kendisini ancak, kendisinin dışına çıkabildiğinde tanıyor. İnsan kendisinin dışına ise ancak kendi öz derdini aşabildiği ölçüde taşabiliyor. Ne zaman başkalarının dertleriyle dertlenebiliyoruz, o zaman bir aynanın önünde seyretmeye başlıyoruz kendimizi. Seyretmek değil sadece… Elinde bir çekiç, kendi özünü yontan, onu bir abide haline dönüştüren bir heykeltıraşa dönüşüyoruz. Her çekiç darbesinde bir güzelliğimiz çıkıyor. Her çekiç darbesinde bir eksiğimiz budanıyor. Ne kadar insan olduğumuz, ne kadar kendimizi aşabildiğimize bağlı. Ne kadar insan olduğumuz ne kadar başkaları için yaşadığımıza bağlı. Ne kadar insan olduğumuz ne kadar aşkın ve fedakâr olduğumuza bağlı.
Derdimiz bu bizim. Duyurabildim mi bilmiyorum? Duyabildiniz mi bilmiyorum?
Hep söylediğimiz gibi… Bizi duymanın ötesine geçebiliyorsanız –ki bu hissetmek, paylaşmak, anlamak ya da daha fazla bir şey olabilir- sizde bizden bir şeyler var. Bizde de sizden bir şeyler şüphesiz… Dertlenmemize vesile şeyler bunlar…
Mesela şu dünyada bu kadar insanın içerisinde acaba neden artı bir olarak yaratıldık? Bu kadar Ayşe’nin, Fatma’nın, Mehmet’in Ali’nin içerisinde neden bir de ben varım? Acaba hangi eksiği gidermek için geldim şu dünyaya? Kimin elinden tutacağım? Hangi derde derman, hangi yaraya merhem olacağım? fiairin dediği gibi hangi suyun sakası olduğumu görebilecek miyim? Yetecek mi ömrüm bu soruların cevabını vermeye? Nedir farkım, bilebilecek miyim? Bir sabah bensiz uyandığında dünya, yokluğum fark edilecek mi? Ne söyleyecekler arkamdan?
Mesela şu örnekteki gibi bir sona talip miyim?
Bir sabah Kufe halkı alışılmadık vakitte verilen bir sala ile uyandılar. Bu vakitte salanın tek anlamı vardı. Birisi vefat etmişti. Aynı sabah Kufe’nin kenar mahallelerindeki birçok ev için de o gün farklı bir gündü. Her sabah kalktıklarında evlerinin kapısı önünde buldukları erzak çuvalları o gün yoktu. O gün o evlerin çoğu fakir, garip, mazlum sakinleri çok üzüldüler. Çünkü bu aç kalacakları anlamına geliyordu. Ama ne yapabilirlerdi ki? Sonra içlerinden bazıları bu erzak torbaları ile verilen salanın arasında bir bağlantı olup olamayacağını düşündü. Aylardır kapılarının önüne ihtiyaçları olan erzakı gecenin bilemedikleri bir vaktinde getirip koyan esrarengiz şahsın kim olduğunu bilemiyorlardı. Acaba bu esrarengiz zat şu an salası verilen mevta mıydı? Aynı saatlerde şehirdeki gassal salası verilen zatı teneşir tahtasına koymuş, yıkamak için son hazırlıklarını yapıyordu. Hüzün, keder zirvedeydi. Çünkü vefat eden zat öyle sıradan birisi değildi. O, hem Peygamberin hem de Hz. Ali’nin torunu İmam Zeynelabidin Hz.leriydi.
Gassal bu mübarek zatın naşını yıkamaya başladığında bir şey fark etti. Gözleri dehşetle açılmıştı. Çünkü İmam’ın sırtında boydan boya ince, uzun yarıklar vardı. Bu yarıklar ancak hamallık yapanların sırtında olabilecek türden yarıklardı. Sonra anlaşıldı ki her gece kimseye görünmeden sırtında taşıdığı çuvalları Kufe’nin fakirlerinin evlerinin kapısının önüne bırakıp, yine kimseye görünmeden çekip giden o büyük insan İmam Zeynelabidin Hz.leridir.
O sabah Kufeliler İmam’sız uyandıkları sabahın farklı bir sabah olduğunu fark ettiler.
Derdimiz bu işte: Öyle bir hayat yaşayalım ki yokluğumuzda fark edilsin ne büyük bir eksiği doldurduğumuz. Ölümle kıymeti anlaşılacak bir hayat yaşayalım demiyorum, dikkat edin. Ancak ölümün son verebileceği bir aşkınlık ve fedakârlık ikliminde yaşayalım diyorum. Bunun için atılacak ilk adımı zaten hep söylüyoruz Dertlenmek lazım.
Bir dert edinmeli… Hayatımızın, sadece kendimizin bulabileceğimiz o özel anlamını keşfedebilmek için bir derdin peşine düşmeli… Dert şart çünkü… Dert, Mevlana’nın dediği gibi, yol açacak. Ebediyen derde düşmemek için, bir daha üzülmemek için burada, şimdi, hemen dertlenmek lazım…
Burada, şimdi ve hemen…