Bize bir Bilal lazım, öyle bir ezan okuyacak ki hepimiz, işimizi, gücümüzü, derdimizi, kederimizi bırakıp mescide gideceğiz.
Son zamanlarda yaşanan olaylar bir hayli moralimi bozmuştu. Müslümanları terör ve katliamlar ile aynı karede göstermek isteyenler, yani bir zamanlar para ile insan avı yapanlar yeniden sahneye çıkmış, bu sefer avı ve avcıyı da Müslümanlardan seçmişlerdi. Cuma namazı için Fatih’in Arnavut kaldırımlı sokaklarında ilerlerken zihnimi hep bu düşünceler işgal ediyordu. Acaba Müslümanlara bu kadar zulüm tarihin hangi devrinde olmuştu? Diğer bir soru ise Müslümanın Müslümanı kırdığı başka bir zaman yaşanmış mıydı?
Fatih Camii’nde verilen hutbede, imam efendi ezanın kendisine icabet edenin elinden tuttuğunu, bireyden topluma, ümitsizlikten umuda götüren bir çağrı olduğunu söyler söylemez zihnimi istila eden ‘nasıl’ sorusunun tüm kuvvetleri ile taarruzunu durdurduğu ve yer yer çekildiğini hissettim. Bu bir isyan çağrısıydı. Tepemizde parmağını sallaya sallaya “sen bireysin” diyerek bizi mensup olduğumuz toplumdan koparan, alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olmak şerefini unutturup bizi hazzın ve hızın kölesi yapmak isteyen bir sisteme karşı yerle bir edici bir isyan çağrısı.
Ezanın Müslümanın kalbini, beynini, ruhunu harekete geçiren sesli bir dokunuş olduğunu duyduktan sonra ‘nasıl’ sorusunun zihnimdeki son kalelerinden çekildiğini hissediyordum. Günde beş vakit duyduğumuz, çoğu zaman sadece bir vakit işareti olarak anladığımız ezan, uzaklarda, fezalarda aradığımız gerçeği tokat gibi yüzümüze vuruyordu. Ama bu tokat tüketen, öteleyen bir tokat değil, tam tersine dirilişe vesile olan, uyandıran ilahi bir çağrının habercisi oluyordu.
İmam Efendi Habeşli Bilal’i anlatmaya başladı. Evet işte tüm soruların cevabı geliyordu. Rahmet elçisinin vefatı sonrası dar gelmişti Medine, duramadı, sığamadı Medine’ye ve Şam’a hicret etti. Rivayet odur ki bir rüya ile yeniden Medine yoluna düştü. Medine’de herkes kendi işinde, dünya meşgalesi içindeyken o Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ısrarına dayanamadı ve ezan okumaya başladı. Düşünün bir çağrı, ama öyle bir çağrı ki kim duyduysa gözyaşı içinde mescide geliyor, tıpkı rahmet elçisinin gününde olduğu gibi. Şimdi anlıyorum insanların neden beş vakit ezan okunurken birbirlerini boğazladıklarını. Bize bir Bilal lazım, öyle bir ezan okuyacak ki hepimiz, işimizi, gücümüzü, derdimizi, kederimizi bırakıp mescide gideceğiz. Öyle bir ezan okumalı ki kini olan kinini unutmalı, öfkesi olan öfkesini yenmeli, uyuyan uyanmalı, öyle bir ezan okumalı ki insanın dirilişine, ruhun dirilişine ve İslam’ın dirilişine vesile olsun.