Önemli olan gönülde mazeret olmamasıdır. İçteki mazeretleri tüketen ve silen sır, davaya olan güçlü iman ve lidere duyulan muhabbet dolu güvendir. Esasen insan âyet-i kerimenin ifadesiyle “Ne kadar mazeret ileri sürse de kendini görür ve bilir”. (Kıyâme Sûresi, 14)
Her dava, bir liderliğin etrafında oluşan sıhhatli bir ekiple başarıya ulaşır. Ekip üyelerinin samimiyeti, davaya inanmışlığı ve hatta adanmışlığı, olmazsa olmaz bir zarurettir. Gevşek üyeler, ekibin çözülmesini tetikler. Bu itibarla çekirdek kadroların, çelik iradeli, cesaretli ve mazeret üretmeyen yiğitlerden oluşturulması elzemdir.
İslâm davası, Allah Resulü’nün liderliğinde yoluna devam ederken, ekibin hastalıklı karakterlerden, güven problemi yaşayanlardan, korkak ve menfaat düşkünü olanlardan, özellikle çift kişilikli münafık tiplerden arındırılması ve safların sıklaştırılması gerekiyordu. İşte bu sebeple, çeşitli mazeretlere sığınarak cihada ya da hizmetlere katılmamak için izin isteyenler uyarılmış ve bunun imanla bağdaşmayacağı şöyle ilan edilmiştir:
“Müminler ancak Allah’a ve peygamberine inanan, onunla beraber toplumu ilgilendiren bir iş üzerindeyken ondan izin almadan çekip gitmeyen kimselerdir. O hâlde bazı işlerini görmek için senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nûr Sûresi, 62)
Dikkat edilirse her izin isteyene izin verilmeyecektir. Kişinin şahsına ait işi ne kadar önemli olursa olsun, ferdî ihtiyaçlar umumun ihtiyaçlarına tercih edildiği için de izin verilenler hakkında liderin “Allah’tan bağışlanma talep etmesi” istenmektedir.
Tebük Gazvesi ile ilgili Tevbe sûresinde zikredilen şu âyetler de izin isterken yüreklerin titremesi gereğine dikkat çekmektedir:
“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten geri kalmak için senden izin istemezler. Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları çok iyi bilendir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp kendileri de o şüphelerinin içinde bocalayan kimseler senden izin isterler.” (Tevbe Sûresi, 44-45)
Bu âyet-i kerimede de izinle iman arasında bir bağ kurulmuştur. Geçerli mazeretleri söz konusu olmadan izin isteyenlerin ekibe bir daha kabul edilmemeleri gerektiği de şöyle ifade edilir:
“Eğer (bundan böyle) Allah seni onlardan bir zümrenin yanına döndürür de, onlar (sefere) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: «Artık siz benimle birlikte ebediyyen çıkmayacak ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz baştan yerinizde oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalan (kadın ve çocuk)larla birlikte oturun.» (Tevbe Sûresi, 83)
Mazerete sığınmak, çoğu zaman inançsızlık ve muhabbetsizlik nişanıdır. Tembellik, ayak sürümek, ağırdan almak da zayıf irade göstergesidir. Bu nevi şahsiyetlerin diğer ekip üyelerinin de gönüllerine negatif enerji yükleme ihtimali büyüktür. Bu itibarla bunların ekip içinde bulunmasından ziyade, bulunmaması daha muvafıktır. Zira bir halka en zayıf yerinden kopar ki, diğerlerinin güçlü olması bir anlam ifade etmeyebilir.
Elbette geçerli mazeretleri bulunanlar olacaktır. Onlar için bir sorumluluk söz konusu değildir. Sorumluluk, mazereti olmadığı halde mazeret üretenler hakkındadır.
Ashâb-ı kiramdan Ebû Heyseme, Tebük seferine en son katılanlardan biriydi. Başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medine’de kalmış, orduya iştirak etmemişti. Bir gün, bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu da yemeğe çağırmışlardı. Ebû Heyseme, bu manzarayı görünce aklına Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve selem- ve ashâbının hâli gelerek yüreği sızlamış ve kendi kendisine:
“Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?” demiş ve büyük bir pişmanlıkla kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhal yola düşüp Tebük’te İslâm ordusuna katılmıştı.
Onun geldiğini gören Allah Resülü -sallallahu aleyhi ve selem-, bu davranıştan memnun oldu ve:
“Ebû Heyseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti1.
Önemli olan gönülde mazeret olmamasıdır. İçteki mazeretleri tüketen ve silen sır, davaya olan güçlü iman ve lidere duyulan muhabbet dolu güvendir. Esasen insan âyet-i kerimenin ifadesiyle “Ne kadar mazeret ileri sürse de kendini görür ve bilir”. (Kıyâme Sûresi, 14)
Nefiste aslolan tembelliktir. Bu itibarla insan mazeret üretmeye yatkındır. Bu halden kurtulmak için de ciddi bir irade eğitimine ihtiyaç vardır. Prof. Dr. Osman Öztürk, Mahir İz Hoca’nın mazeretlere sığınmama hakkındaki bir hassasiyetini şöyle anlatıyor:
“Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hocalık yaptığı son senelerden birinde olacaktı. İyi bir kış vardı. Bir gün öyle oldu ki, vâsıtalar çalışmadığı için orta dereceli okullar tatil olmuştu. Ben de bundan istifadeyle; bu havada nasıl olsa hocam da derse gitmemiştir diyerek sabah çayına hocama gittim. Baktım ki içeride tatlı bir münakaşa var. Konu şu: Hoca mûtad saatinde evden çıkacağında, hanımı hatırlatmış ve:
“Bu havada vâsıta bulamazsın, boşuna gidip duraklarda bekleme, ihtiyarsın (o zaman yaşı 76) hasta olursun” demiş.
Hoca dinlemeyip çıkmış ve bir saat durakta beklemiş, ayazı yiyip geri dönmüş. Hanımı da;
“İşte bak, ben size işin böyle olacağını söylemiştim” şeklinde hocamıza serzenişte bulunurken ben kapıyı çalmış oldum.
Hocam rahmetli kendini şöyle müdafaa ediyordu:
“Şayet ben peşin hükümle hareket edip, yola düşmeseydim, bugünkü ecr-i mânevîmi alamamış olurdum. Şimdi ise sanki ders yapmış gibi indallah mükâfata nâil oldum.” İşte bizim neslin en çok muhtaç olduğu irade terbiyesi...”2
Dipnot:
1- İbn-i Hişâm, IV, 174.
2- Mustafa Özdamar, Mahir İz Hoca Belgesel, s. 154-155.