Hayatta vesaire diye bir şey varsa, o da Allah’tan ötesidir. Bunu anlamak için illa bir şeyleri yaşamak, tecrübe etmek gerekmez. Anlamaya çalışmak, bir kırıntı dahi olabilse almaya gayret etmek, lütuflara vesile olur.
İçimde asla dolmayacak bir boşluk bu; annem ve babamı Hakk’a uğurladığım günden beri, eksiğim sanki, ama gözyaşlarım daha da bir anlamlı artık.
Tecrübe edenler iyi bilir, içinden bir parçanın artık hayatta olmaması, tarife pek müsait olmayıp, üzerine yazması da oldukça güçtür. Ama ben paylaşmak istiyorum; acımı değil de, belki içinde hâlâ sevdiklerine karşı hürmet, sahiplenme, değer bilme duyguları uyanmayanlar vardır diye...
Nereden bilebilirdim, heyecanla çıktıkları yolculuğun aslında; asıl yolculuğa çıkış olduğunu. 2 yaşındaki canım kardeşim Sadık’ın sağ kurtularak, asıl öksüzlüğü çekeceğini… Hani ablam ve benim de içimiz hep boş, özlemin tarifi yok, gözyaşlarımız içimize akıyor ama neyi, nasıl anlatacaksın ona... “Kaderin üstünde bir kader vardır” diyor ya şair, bizimki de o hesap; konuşmadık insan, yapılmadık hesap, uydurulmadık senaryo da kalmadı. Daha anne ve babamızın yokluğunun şokunu üzerimizden atamadan, insan ilişkilerinin ne denli acımasız olduğunu anlamak, sanki daha da bir zor oldu. Allah, akraba ile de imtihan ediyor. Akrabalık dediğin, biyolojik bir bağdır. Sıla-i rahim önemlidir ama buğz ettiysen artık, o da bitmiştir…
Böyle anlatırsak uzar gider, öylesine bir doluluk var ki içimde, olayların her ayrıntısı, kulağıma söylenen sözler hâlâ hatırımda… Mesele “acıyı yaşamak” değil, bu yüzden uzatmayacağım; mesele “acıyla yaşamak”.
Kazanın üzerinden yaklaşık 2 ay kadar geçmişti ki, Mehmet Lütfi Arslan Abimiz ile radyo programına başladık. Amaç belliydi; zaten yapabileceğim ama kafamı toplama adına daha hızlı olması gereken bir iş. Hamd olsun, Rabbim’in lütufları öylesine fazlaymış ki, kalbimdeki bu hüzün bunları biraz da olsa anlayabilmeme vesile oldu. Hayatın nasıl bir vesile manzumesi olduğunu, bir şiir gibi; şarkıların notası gibi, aslında her şeyin apaçık önümüzde söylendiğini ancak şimdi, biraz görebildim. Böylesi hislerle, bahsettiğim radyo programlarından birinin sonunda, Lütfi Abi’ye şöyle dedim:
- “Abi, inanın bazen bunları hak ettim mi diye düşünüyorum. Yani başımızdan geçen kazayı değil, asla sorgulamam bunu ama radyo programı, dergi, diğer işlerim olsun, hep olumlu, çok şükür ilerleyerek gidiyor. Sizce bu düşünceler normal mi?”
Lütfi Abi her zamanki olgunluğuyla önce bir tebessüm etti, ardından da net üslubuyla şöyle dedi:
- “Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Hüzün Yılı”nı bilirsin. O sene sevdiklerini kaybettiği için Hüzün Yılı diye adlandırılır. Ama aynı yıl Efendimiz (s.a.v.) Miraç’a çıkmıştır, yani Allah’ı görmüştür… İşte budur Salihciğim, Allah bir taraftan alırken, bir taraftan da verir.”
Böylesi özel ve bana ait sırları, duyguları sizlerle paylaşıyorum çünkü; hamd olsun hayata hep bu şekilde bakıyorum artık. Bu yüzden, kıymeti bilinmeyen anne-babalar görmek beni çok şaşırtır. Babalarının varlığıyla, tabiri caizse “var” olma savaşı veren insanlar gördüm mü, acırım; altlarındaki arabadan, ceplerindeki paraya değin babaları vermiştir de, “yahu bizim peder de çok cimri” derler yanımdan geçiverirken. İçimden bir acıma kopar ki onlara, sormayın. Anneleri de her şeyi yapsın, “oğlum oku, üstünü sıkı giyin, karnını doyur” desin, bizimki “off” desin tabii... Bilemez ki, yeter ki bir annesi olsa, ah bir olsa diye iç geçirenler vardır bu dünyada…
Hayatta vesaire diye bir şey varsa, o da Allah’tan ötesidir. Bunu anlamak için illa bir şeyleri yaşamak, tecrübe etmek gerekmez. Anlamaya çalışmak, bir kırıntı dahi olabilse almaya gayret etmek, lütuflara vesile olur. “Hürmet eden, hürmet bulur” sözünü sadece karşılıklı bir iş gibi basite indirgemek yerine, yaptığı hürmetle, Allah’tan da hürmet bulabileceğini anlamalı insan. Bu yüzden kim varsa yanımızda, evvela ailemiz ve hocamız, abimiz, ablamız; onlara hürmeti vazife bilmeliyiz. Son tahlilde pişmanlığın faydası olmuyor... Nimetlerin, sevdiklerinin, büyüklerinin kıymetini “var iken” bilenlere selam olsun...