“Allah’a mülaki olan, neyden mahrumdur? Allah’tan mahrum olan, neye maliktir ki?”
Nakşibendi tarikatının Hâlidî Şeyhi. Ülkemizin birçok önemli simasının rahle-i tedrisatından geçtiği büyük alim. Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir bir zat. Efendimiz’in soyundan gelme şerefine nail olmuş bir muhterem. Hakikatin örnek, yalnız ve sade temsilciliğini şöhrete tercih eden bir büyük irfan ehli: Seyyid Abdülhakîm Arvâsî.
1865’de Van’ın Başkale kazasında doğar. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir. Yakın akrabalarının çoğu alim ve fazıl kimselerdir. Anne tarafından soyu Abdülkadir-i Geylani’ye ulaşır. Dedelerinden Molla Muhammed Van’a gelerek, şehrin güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurar ve burada bir dergah inşa eder. Kadiri tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren “Arvas Seyyidleri” diye tanınan aile, 600 yılı aşkın bir zaman varlığını devam ettirerek bugünlere ulaşır.
Fennî, Riyazî ve Sosyal İlimleri Cem Eden Bir Alim
Abdülhakîm Arvâsî ilk tahsilini babasının huzurunda görür. İbtidai ve rüşdiyeyi Başkale’de okur. Daha sonra Irak’ın çeşitli bölgelerindeki tanınmış alimlerden, başta Arap ve Fars dili edebiyatı olmak üzere, tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, mantık, matematik, kelam ve fen dersleri alarak icazet elde eder ve Başkale’ye 1882’de döner. O dönemde fennî, riyazî ve sosyal ilimlerin din ile ayrıştırılmadan tahsil edildiğini hatırlatan bir bilgidir bu aynı zamanda.
Nakşi yolunun mürşidi olarak memleketine döndüğünde, kendisine kalan miras ile medrese inşa ettirir. Tesis ettiği medresede, talebelerinin daha çok kaynağa ulaşabilmesi için var olan kitaplarla iktifa etmeyerek, İstanbul’dan kitap getirtir. Talebelerinin tüm masraflarını karşılamakla kalmaz, medreseden mezun olanları evlendirir ve ev kurmaları için gerekli yardımı sağlar. 30 yıla bu şekilde hizmet verir.
İki şairin hayatını doğrudan etkiler: Necip Fazıl ve Cahit Zarifoğlu. Necip Fazıl müridi, Cahit Zarifoğlu ise damadıdır. Şeyh’in vefatından 33 yıl sonra, yeğeninin kızı ile evlenir. Necip Fazıl, “0 ve Ben” isimli eserinde O’nu şöyle anlatır: 1281-1860 yılında Van’da dünyaya gelmişler… Van, Başkale kazası, Arvas köyü… Van’ın cenup şarkında; İran sınırına yakın, 2400 metre yüksekliğinde gayet sarp ve engelli bir saha… Arvas, şeyhleri ve mürşitleri Seyyid Fehim hazretlerinin de köyü… Pederi; Seyyid Mustafa… Nesepleri, madde yolundan da kainatın efendisine bağlı; Es’Seyyid Abdülhakim Arvasi. Manevi veraset yoluna gelince: Zaten hep onun üzerinde gittiğimiz bu davayı, özlü bir takdim cümlesine nasıl sığdırabiliriz? Tecrübe edelim: Peygamberlerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hz. Ebubekir’e Sevr mağarasında teslim edilen has oda sırrını, otuz üçüncü el olarak devr ve teslim alıp onun yirminci asırda; makine, türlü keşif, ruhi buhran, içtimai halinde temsil etmeye memur, eşsiz veli.
Rabıta-i Şerife isimli en meşhur eseri Necip Fazıl tarafından sadeleştirilerek neşredilir. Matbu olan ve olmayan eserleriyle beraber 12 cildi bulan kitaplarına bugün ulaşmak ne yazık ki zordur. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirleri vardır. Abdülhakîm Arvâsî’nin, zühd ve takvasının yanısıra aynı zamanda iyimserliği, diğergamlığı ve cömertliği de önemlidir. Yakın müridleri, kendisinin çorbayı dahi ana yemek olarak gördüğünü, eğer ikinci bir yemek yapılmışsa bunu israf ve ziyafete kaçacak derecede lüzumsuz addettiğini söylerler.
Tasavvuf Müderrisi
1. Dünya Savaşı başlarında Ruslar’ın Başkale’yi istila etmesi ve Ermeniler’in silahlanarak Müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine, hükümetin emriyle, yüz elli kişilik ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kalır. Bağdat’a yerleşmek amacıyla yola çıkan aile Musul’a ulaşır. İngilizler Bağdat’ı işgal edince oraya gidemeyip iki yıl Musul’da kalırlar. Ardından ailesinden sağ kalan altmış altı kişi ile birlikte Adana’ya gelir. Adana’nın da düşman eline geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir’e yerleşir. Nisan 1919’da İstanbul’a ulaşır. Gelir gelmez vaizlik ile görevlendirilir, ardından bizzat Sultan Vahidüddin tarafından Süleymaniye Medresesi’ne “tasavvuf müderrisi” vasfıyla atanır.
Şartların müsaitliğine rağmen politika ile ilgilenmemeyi tercih eder. Milli Mücadele’ye zamanının diğer çoğu alimi gibi o da destek verir. Cumhuriyet’ten sonra tekkelerin kapatılması haberi kendisine ulaştığında gayet emin ve vakur bir biçimde şu cevabı verir: “Hükümet tekkeleri kapatmadı, kapatılan yerler zaten bomboş mekanlardı. Tekkeler, asırlar önce aşksızlıktan ve vecdsizlikten zaten kendi kendilerini kapatmıştı.” Bu elbette yapılan büyük hatayı desteklemek anlamında değil, bir tespit anlamında söylenir.
“Şeyh Olmaya Tenezzül Etmem”
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde baskıcı yapıdan nasibini alır. Menemen hadisesi bahane edilerek Divan-ı Harb karşısına çıkarılır. “Sen şeyh misin?” diye sorar hakim. “Ben ne şeyh olacağım. O ulvi mertebeye layık olmaktan varesteyim. Amma, şeyhlik dediğiniz şey, şu devirde gördüklerimizden ibaretse, ona da tenezzül etmekten uzağım” cevabını verir. Beraat eder. 1943’de, dindarlara uygulanan tahakkümün en şiddetli zamanlarında yeniden hükümetin dikkatini çeker. Önemsiz bir sebeple tutuklanır ve adi suçlularla birlikte İzmir’e götürülür. Van milletvekili olan yeğeni ve damadı İbrahim Arvas’ın tüm teşebbüslerine rağmen serbest bırakılmaz. Burada, kendini ölüme götürecek hastalığın ilk emareleri görülür. Ardından Ankara’ya götürülür. Hayatının son dönemini burada mahkum olarak geçirir.
Alimin bol arifin ise oldukça az olduğu içinde yaşadığımız şu dönemde, Abdülhakîm Arvâsî gibi önemli zatları tanımaya olan ihtiyacımız daha da belirginleşiyor. Azameti kendinden menkul bu alim-arif makamı, bizi kâmil insan yapma potansiyeline mündemiç bir makam. Oğlu Ahmet Arvasi ise müstakil bir yazının konusu, nasip olursa onu da yazarız inşallah. Kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz.