Demin zaptetmeyi başardığı gözyaşlarına artık engel olamıyordu. Sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştı hatta. Ne olduğunu soranlara eli ile bir şey yok işareti verirken biraz önce büyüğüne sorduğu o sorunun yumruk gibi büyümeye başladığını hissediyordu.
Dışarıda hiç alışık olmadıkları bir ayaz buz keserken, o başı önde, içinde bir sıcaklık, dili kalbinde, Kemal Efendi ağabeyinin sohbetini dinliyordu: “Bu sene kimsenin haccı kabul edilmeyecekti. Ama Şam’da hacca niyet edip gidemeyen bir ayakkabıcının hürmetine herkesin haccı kabul edildi.” Gözünü açtığında Kemal Efendi’nin gözleri ile karşılaştı. İçinin ürperdiğini hissetti. “Bu ne mehabet, hay mübarek” dedi içinden. Yüreği ile dinliyordu:
“Abdullah bin Mübârek, ayakkabıcıyı ziyaret etmeye karar verdi. Şam’a gidip kendisini buldu. Nasıl bir amel işleyip de böyle bir mazhariyete nail olduğunu haber vermesini istedi. O da anlattı: ‘Otuz seneden beri hacca gitmeyi ister, para biriktirirdim. Nihayet bu sene hacca gidebilecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna et kokusu gelince gidip onun adına bir parça et istedim. Komşum sıkılarak dedi ki: “Komşum, bu et bize helal, size değildir. Kaç zamandır işsizim. Üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdi. Ölü bir hayvan gördüm. Ondan bir parça kesip getirdim. Bu pişen et, o ettir.” O an içime bir ateş düştü. Hac için biriktirdiğim bütün parayı getirdim, ‘haccımız bu olsun” diyerek ona verdim.”
Gerisini duyamaz olmuştu. Gözlerine hücum eden taneleri, dişlerine sıkarak geri çevirmeye çalıştı. Başını önüne eğdi. Sohbeti yapan Kemal Efendi’nin nasıl bir yorumla menkıbeyi sonlandırdığını, sohbetin ne ara bittiğini bile fark edemedi. Bir an gözleri dalgın dalgın durdu öylece. Neden sonra “Efendim, ne büyük insanlarmış, ne faziletli hayatlar yaşamışlar, şimdi kaldı mı böylesi…” diye söze karışacak oldu. Kemal Efendi tebessüm etti sadece ve başını önüne eğdi. “Şimdi kaldı mı böylesi?” diye sordu tekrar. Kemal Efendi yine gözünü kaçırdı. Sözü sanki havada asılı kalmıştı. Bir şey dememesi garibine gitti. Çay geldi o arada. Sonra arkası da… İkramı seven bir evdeydiler.
Neden sonra içeriye Kemal Efendi’nin yardımcısı Ali girdi. Nefes nefeseydi. Selam verip yanında bir yere yerleşirken, “tamam ağam, buyurduğunuz gibi yaptık” diye bir tekmil verdi ağasına. Kemal Efendi’ye baktı. Gözleri derinde, dudaklarında o tatlı tebessüm, yine susuyordu. Yanına oturan yeni misafiri koluyla dürttü:
“Hayırdır yahu Ali, ne bu halin?”
“Hele dur bir soluklanayım, anlatırım…”
O ara Kemal Efendi müsaade istedi. Hep beraber ayağa kalkıp, ihtiramla uğurladılar. Tekrar yerleşirlerken Ali konuşmaya başladı:
“Yahu biliyorsun ağam bu sene hacca gidecekti, vazgeçti. ‘Kaç zamandır Urfa böyle soğuk görmedi, fukara donuyor, odun alacak paraları yok. Ben hacca gideceğime, hac parası ile odun alıp dağıtalım’ dedi. Biz de aldık odunu, kaç römork sayamadım, yığdık Ulu Cami’nin önüne, ihtiyacı olan gelsin alsın diye tellal bağırttık, bir görecektin, nasıl kapışan oynadı fukara, hemen bitiverdi. Ağam odun çabucak bitince bu sefer de ‘bizim avludaki ağaçları da keselim, yine meydana yığalım, ihtiyacı olan çokmuş” demesin mi? Şimdi onu yaptım da geldim buraya. Başka zenginler de duymuşlar ‘biz de aynı hayrı yapalım’ demişler. Çok iyi oldu çok…”
Demin zaptetmeyi başardığı gözyaşlarına artık engel olamıyordu. Sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştı hatta. Ne olduğunu soranlara eli ile bir şey yok işareti verirken biraz önce büyüğüne sorduğu o sorunun yumruk gibi büyümeye başladığını hissediyordu: “Şimdi kaldı mı böylesi, şimdi kaldı mı böylesi…” O meşum soru niye acaba yerinde durmuyor, boğazından sadrına doğru sarkıyor, hatta nefessiz bırakacak kadar irileşiyordu ki?