İşte İsrail o zaman anlar; karşısında bir ümmet değil, ensesi kalın insanlar kalabalığı vardır… Böyle bir kalabalığa atılacak tokatlar için sponsor bulmak da zor olmayacaktır…
İsterseniz konuya bir fıkra ile giriş yapalım:
Bir gün canı eğlenmek isteyen zengin bir adam, işsiz güçsüz bir gence demiş ki:
- Şurada gördüğün adamın ensesine bir tokat atarsan sana yüz lira vereceğim…
Para kazanmanın kolay yolunu bulan aylak delikanlı gidip hiç tanımadığı adamın ensesine bir tokat patlatıvermiş. Tokatı yiyen gariban şaşkınlıkla sormuş:
- Sen de kimsin ben adam? Durup dururken niye vurdun bana?
Tokatçı genç büyük bir mahcubiyetle cevap vermiş:
- Aman ağabeycim özür dilerim… Seni bir dostuma benzettim, kusura bakma, hakkını helal et!
Bu özür üzerine adam, öfkesine hâkim olup yoluna devam etmiş. Tokatçı eleman da gidip kendisine vaad edilen yüz lirayı almış. Para veren adam demiş ki bu sefer:
- Eğer gidip aynı adama bir tokat daha atarsan bu sefer sana üç yüz lira vereceğim…
Böyle bir fırsat ele geçmişken kaçar mı? Kendi yoluna gitmekte olan adamın ardından yetişip basmış tokadı ensesine… Bu sefer mazereti de önceden hazırmış:
- Biliyor musun az önce sen sanıp adamın birine yanlışlıkla öyle bir tokat attım ki?
Adam öfkeyle ardına dönüp kendisine tokat atanın yakasına yapışınca da şaşkınlık ve mahcubiyetle:
- Aman beyefendi yine mi siz!!! Vallahi arkadaşıma öyle benziyorsunuz ki! Z
avallı adam derin bir nefes alıp bir la havle çekmiş ve uymamış şeytana…
Öte yanda olup biteni büyük bir keyifle seyreden tokatçının sponsoru olan adam kıs kıs gülüyormuş. Aylak gencin eline üç yüz lirayı tutuşturup demiş ki:
- Eğer aynı adama üçüncü bir tokat daha atarsan….
- Aman abi n’aptın sen! Bu sefer herif beni kesin pataklar…
- Bin lira vereceğim ama…
Delikanlı daha fazla düşünememiş bile… Hemen koşup adamın ardından yetişip yiyeceği dayağı da peşinen kabullenip patlatmış tokatı.
Üçüncü tokatı yiyen adam bu sefer delikanlının yakasını öyle kolayına bırakmayacakmış. Havada olan yumruğunu tam münasebetsiz gencin suratına indirecekken delikanlı başlamış yalvarmaya:
- Abi hakkını helal et. Ben ettim sen etme! Fakat kusura bakma! Sen de bu ense, o herifte de bu para oldukça… Sen daha çok tokat yersin…
Diyeceksiniz ki, bu fıkrayı niye anlattın şimdi sen bize?
Siz en iyisi bu fıkrayı yakın tarihin şu hatırası eşliğinde değerlendirin isterseniz:
21 Ağustos 1969 tarihinde İsrail Mescid-i Aksâ’ya askerlerin botlarıyla girmesinden daha büyük bir sûikast işlemiştir. Avustralya pasaportlu Michael Rohan adındaki bir Siyonist tarafından Mescid-i Aksâ kundaklanır. Bu sadece bir kundaklama olayı değildir. İsrail’in güç denemesidir aynı zamanda. Fakat çok tehlikeli bir tecrübedir. Mescid’in yaklaşık 1/3 kısmının tahrip olduğu bu yangının ardından dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir o gece uyuyamadığını söyler… Bütün Müslümanların ayaklanıp İsrail üzerine yürüyeceği korkusudur uykularını kaçıran… Fakat ertesi gün bütün Müslüman otoriteler, yayınladıkları beyanatlarla İsrail’i şiddetle kınarlar…
İşte İsrail o zaman anlar; karşısında bir ümmet değil, ensesi kalın insanlar kalabalığı vardır… Böyle bir kalabalığa atılacak tokatlar için sponsor bulmak da zor olmayacaktır…
Bir Onbaşı Yeter Aslında!
Mescid-i Aksâ’yı uğradığı bu hakaretten muhafaza etmeye büyük ordular değil, imanı rütbesinden büyük bir Onbaşı yeter oysa… Bu iddiamızı da İlhan Bardakçı’nın anlattığı şu hatıra güçlendirmektedir.
1972 yılının Mayıs ayında Kudüs’e gerçekleştirdikleri bir seyahat sırasında İlhan Bardakçı Mescid-i Aksâ’da heykel misali bir meczup görür…
Hadisenin devamını kendisinden dinleyelim isterseniz:
“O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto? Hayır, kaput, pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem. Bir meczub işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
“Aleykümüsselâm oğul...”
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
“Kimsin sen, Baba?” dedim.
İlhan Bardakçı’nın Mescidi Aksa avlusunda karşılaştığı kişi, Osmanlı Devleti 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’ten çekilirken geride bıraktığı artçı bölüğünden bir askerdir.
“Kimsin sen baba?” suâline şu cevabı verir:
“Ben, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğünden... 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...”
Adeta vurulmuşa dönen gazeteciye sorar:
“Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”
Karşısındaki gazeteciye şu vazifeyi emanet eder:
“Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (Öp). O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. makinalı takım Komutanı Iğdır’lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım!”
Biz En İyisi…
Bizler en iyisi, üniversitelerimizde okuyalım paşalar gibi… Vizelerimizin finallerimizin ardında koşalım… Kariyerler yapalım… Yabancı diller öğrenelim… Bir işe girelim… Ama o işte mutlaka yükselelim… Aile kuralım; kedi köpek misali çoluk çocuğa karışalım… Bir evimiz varsa, ikincisini alalım, istikbal vaad eden yerlerden mutlaka bir iki arsa kapatalım… Bu arada yazlığı da sakın ihmal etmeyelim… Hayatımızı süsleyecek, konforumuzu yükseltecek her şeyi sevelim… Fakat biz Mescid-i Aksâ’yı sevmeyelim en iyisi… İsrail askerleri botlarıyla pisletirken, ona layık olmayan sevgimizle bir de biz kirletmeyelim Mescidi…
Çünkü biz de bu hayâ bilmez, ar tanımaz îman, onlarda da bu pervâsızlık oldukça Mescid-i Aksâ daha çok tokat yer!
Kudüs ne zaman kurtulur? Mescid-i Aksâ’ya sahip olduğu izzeti ne zaman iâde edilir bilemeyiz! Îmanın izzet ve şerefine bizden daha düşkün Müslümanlar tarafından sevildiği zaman kurtulur herhalde...
“Kudüs küffarın elindeyken benden gülümsememi beklemeyin...” diyerek gülmekten utanan bir Selahaddin daha çıkar belki…