“Itrî ile Beethoven’ın deha dereceleri aynıdır, Mozart ve Bach’tan daha üstün bir sanatkârdır. Mûsikimiz Itrî ile millîleşmiştir. Acem ve Rum sentezini tam gerçekleştiren ve mûsikimizi millî birliğin önemli bir ifade vasıtası haline getiren Itrî olmuştur.”
Türk mûsiki tarihinin en önde gelen simalarında. Alışılmışın dışında eserleri melodi örgüsüne sahip bir üstad. Şairliğinin yanı sıra hattat. Yahya Kemal’in kendisine hitaben şiir yazdığı biri. Döneminin müziğine yepyeni bir boyut kazandırmış bir usta. Medeniyetimizin şerefinin kemal zirvesi. Mûsikimizin en seçkin eserlerini bestelemiş dev bir bestekâr: Itrî.
İstanbul’da Mevlanakapı etrafındaki Yayla semtinde doğar. Sultan İbrahim’in tahta geçtiği yıllarda, İstanbul’un büyük bir kısmını yakıp kül eden ilk büyük yangının çıktığı sıralarda dünyaya gelir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 1640’larda olduğu tahmin ediliyor. Asıl adı Mustafa’dır. Eserlerinde kullandığı Itrî mahlası ve Buhûrîzâde lakabıyla tanınır. Bu mahlası kendisi mi seçti yoksa ailesinden mi geliyor, bilmiyoruz.
Itrî’nin İstanbul surları dışında oturduğu, çiçek ve meyve meraklısı olduğu, bahçe işleriyle hemhal olmaktan keyif aldığı ve kendisine Itrî mahlasının bu sebeple verildiği kabul edilir. Kırım Hanı I. Selim Giray’ın Çatalca’da bulunan çiftliğindeki mûsiki toplantılarında büyük itibar gören Itrî, IV. Mehmed döneminde (1648-1687) sarayda mûsiki hocası ve hânende (müzik icra eden) olarak görev yapar.
Bazı tarih kaynaklarına göre, IV. Mehmed O’nu sık sık saraya davet ederek bestelediği eserleri bizzat kendisinden dinler. Hükümdarın huzurunda icra edilen küme fasıllarına hânende olarak katılır. Ardından kendi isteği ile esirciler kethüdarlığına geçer. Bu görevi ile, esirler arasındaki kabiliyetli ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin mûsikisi hakkında bilgi edinmek amacıyla istediği rivayet edilir.
Ta’lik Hattında Üstat Bir Hattat
Mustafa Itrî Efendi aynı zamanda ta’lik hattında üstat denecek seviyeye gelmiş bir hattattır. Itrî’nin mûsikişinas olarak asıl önemli yönü bestekârlığıdır. Bol miktarda bestesi bulunmaktadır. Alışılmışın dışında eserleri bir melodi örgüsüne sahiptir. Yenikapı Mevlevîhânesi’ne devam ettiğini, âyinlerden aldığı ruhanî neşeyle Mevlevî olduğunu ve ney üflemeyi öğrendiğini söyler. Itrî’nin çalışmaları üzerinde, şiirlerine nazireler yazdığı çağdaşı ünlü şair Nâbî’nin tesiri olduğu kanaati yaygındır.
Çoğunlukla Fuzûlî, Nev’î, Şehrî, Nâbî gibi şairlerin ve arkadaşı Nazim’in manzumelerini, nadir olarak da kendi güftelerini bestelemiştir. Klasik Türk mûsikisi alanında ise Hâfız-ı Şîrâzî’nin, “Gülbün-i ıyş mîdemed sâki-i gül’izâr kû” mısrasıyla başlayan Farsça gazeli üzerine bestelediği nevâ makamındaki kârı bu formun şâheserleri arasında yer alır. Kârların çoğunlukla terennümle başlamasına karşılık burada doğrudan güfteye girilmesi de eserin bir diğer özelliğidir.
Medeniyetimizin Şerefinin Kemal Zirvesi
İsmail Habib Sevük Cumhuriyet’te çıkan bir yazısında Itrî’den şöyle bahseder: “Eski mûsikimiz Süleymaniye ve Yeni Cami, Fuzuli ve Nedim gibi eski medeniyetimizin şerefidir. O şerefin kemal zirvesini ise Itrî temsil ediyor.” İsmail Habib’e göre, bir imparatorluk mûsikisi olan eski mûsikimiz bünyesinde üç kıtadan sesler taşır. Itrî, bu sesleri ayıklayarak yalnız bizi ifade edenleri seslendirir ve “öz mûsikimizin pîri” olur.
Yahya Kemal’in Itrî Tutkusu
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’in İspanya’dan döndükten sonraki günlerden birinde (1933 sonları ya da 1934 başları) Lebon’da otururlarken birdenbire anlatmakta olduğu Paris hatıralarından silkinerek “Haydi kalk, Konservatuar’a gidelim” dediğini, arka sokaklardan geçerek o zaman Konservatuar’ın bulunduğu Tepebaşı’na nefes nefese çıktıklarını, müdür Ziya Bey’in odasına da aynı telâşla girdiklerini anlatır. Yahya Kemal, Nevâ-Kâr’ı dinlemek istemiştir; kendilerini samimi bir dostlukla karşılayarak kahve ikram eden müdüre, “Ziya Bey” der, “biz Nevâ-Kâr’ı dinlemeye geldik!”. Hadisenin bundan sonrasını Tanpınar şöyle anlatır:
“Eser çalındığı müddetçe Yahya Kemal genişçe bir koltukta, sol eli her zaman olduğu gibi kalın bastonuna dayanmış ve bütün vücuduyla çok büyük bir ağacın önünde akan suya eğilmiş gibi mûsikiye ve onu bize acayip cüssesinden gönderen gramofona eğilmiş, sessiz sedasız dinledi. Ara sıra cigarası bitince dikkatinin kendisine biçtiği bu duruş değişiyor, sonra düşüncelerimizin devamlı arkadaşı vazifesine başlar başlamaz eski vaziyetini alıyordu. Eser bitince “Bir daha çal Selahattin Bey!” dedi. Ve tekrar aynı dikkatle dinledi. Odayı Itrî’nin mûsikisi ve onun dikkati beraberce doldurmuş gibiydi.”
Belki Hâlâ O Besteler Çalınır
Yahya Kemal Beyatlı “Itrî” adlı şiiriyle O’nun kıymetini hatırlatmıştır. Şöyle der Yahya Kemal: “Itrî ile Beethoven’ın deha dereceleri aynıdır, Mozart ve Bach’tan daha üstün bir sanatkârdır. Mûsikimiz Itrî ile millîleşmiştir. Acem ve Rum sentezini tam gerçekleştiren ve mûsikimizi millî birliğin önemli bir ifade vasıtası haline getiren Itrî olmuştur.” Yahya Kemal’in Itrî’ye yazdığı şiirden ufak bir bölüm aktaralım:
O ki ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün define midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.
Hilmi Yavuz’a göre bu “İtrî şiiri”, Itrî’nin mûsikisinin, sadece Osmanlı tarihinin ve kültürünün ‘yedi yüz yıl süren hikâye(sini)’ değil, İslam’ın büyük medeniyetini de bütünüyle dile getiren bir mûsiki olduğunu gösterir. Bine yakın eser bestelemiş olan Itrî’nin bu eserlerinden elimizde yaklaşık elli tanesi bulunmaktadır. Divan’ı kayıptır. Segâh Kurban Bayramı Tekbiri ve Segâh Salat-ı Ümmiye onu ölümsüz yapan eserlerdendir. 1712’de vefat eder.