Kendimizle ilgili, “Bunca yanlışlardan ve günahlardan sonra, benden ne köy olur, ne kasaba.”, “Cennet benim için artık boş bir hayaldir.”, “Sâlihler arasında yer almaya ne yüzüm var, ne de hakkım” gibi anlayış ve bakış açıları, şeytanın bize yönelik öldürücü bir darbesidir. Bu tuzağa düşmemeli, tövbenin arındırıcı iklimine girmekte acele etmeliyiz.
İnsan yaşadığı hayat sürecinde zaman zaman ölümler ve dirilişler yaşar. Biyolojik bedenin ölümünden bahsetmiyoruz. Hayata dair ümitlerin ve hayallerin tükenişinden söz ediyoruz. Bazen öyle düşüşler yaşanır ki, eli-kolu düşer insanın. Gözünün feri, yüreğinin heyecanı kaybolur. Yalnızlığa sürüklenir, karamsarlık girdabına girer ve âdeta hayata küser. Bir mütefekkirin ifadesiyle: “Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır; hayatın anlamını kaybetmek.”
İnançsız insanın bu psikolojiye düşmesinin sebepleri, çoğu zaman dünyevî meselelerdir. İflasa sürüklenmek, hedeflerine ulaşamamak, sevdikleri tarafından terkedilmek, itibarsızlaşmak, çevresi tarafından horlanmak, ilgisizlikten çatlayacak hâle gelmek gibi daha birçok husus böyleleri için hayatı anlamsız hâle getirebilir. Bu nevi ölümler, îman bakımından yeterli derinliğe ulaşamamış, zayıf inançlılarda da görülebilir. Îmânda şüphesi olmayan kimseler ise inancının gücü nispetinde, bu nevi sıkıntıları bir şekilde atlatabilir. Onun risk alanı ise daha çok, isteyerek ya da istemeyerek içine düştüğü günahlardır. Esas hayatın âhiret hayatı olduğuna inanan bir mü’min, o hayatta Rabbin huzuruna çıkamayacak derecede günahlara dalıp gittiğine inandığı ve ümidini yitirmeye başladığı andan itibaren, böyle manevî bir ölümle burun buruna gelmiş olur.
Rabbimiz, yarattığın kulunun böyle bir ölüm yaşamasını istemez. Onu böyle bir rûhânî ölümden kurtarma adına, kendisine sayısız fırsat penceresi açar. Affını, mağfiretini, tevbeleri kabul edişini, rahmetinin sonsuzluğunu sürekli hatırlatır. İnkârda olanı îmânın sükûnet ve huzur limanına davet ettiği gibi, günahlarla gönlü duman altında kıvranan mü’min kullarına da tevbe kapısını son nefeslerine kadar açık tutar.
“Tevbe”, kelime anlamı itibariyle “dönüş” demektir. Yanlıştan, hatadan ve günahtan dönme anlamına geleceği gibi, yeni bir hayata, daha temiz ve duru bir kişiliğe, günahın oluşturduğu karanlıklardan (zulûmâttan), îman ve İslâm’ın nuruna ve daha ötede Allah’a dönüş anlamına gelir.
Allah Teâlâ, kullarını sürekli böyle bir tövbeye davet eder. Samimi ve içten bir yönelişle, yanlıştan dönüldüğünde, onlara taptaze, arı duru yeni bir hayat lütfedeceğini vadeder. Bu konuda çok sayıda âyet vardır. Biz bunlardan şu âyet-i kerimenin mesajına dikkat çekmek isteriz:
“(Ey Resûlüm benim adıma kullarıma) de ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcı, çok şefkatlidir.” (Zümer Sûresi, 53)
İnsana böyle bir kapıyı sürekli açık tutan Rabbimize hamdolsun! Bu kapı sayesinde kişi, yaşadığı hayat içinde maddî-manevî iflâsı ne derecede olursa olsun, yeniden hayata tutunma, yeni bir heyecanla yüreğinin kıpır kıpır harekete geçmesi, daima mümkündür. Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in konuyla ilgili çok sayıda hadis-i şerifi vardır. O, bu hadislerinde verdiği müjdelerle, insanların günah işleme noktasında umursamaz bir tavra girmelerini değil, içine düştükleri günahlar sebebiyle, ümitlerini yitirmemelerini ve hayata küsmemelerini hedeflemiştir. Zira ümidini yitireni günah çukurundan kurtarma şansı yoktur. Biz burada konuyla ilgili iki hadis-i şerife yer verebileceğiz. O şöyle buyurur:
“Canım, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz hiç günah işlememiş olsaydınız, Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyip Allah’tan bağışlanma dileyecek bir millet getirir de onları bağışlardı. ” (Müslim, Tevbe, 11)
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, konunun daha da iyi anlaşılması için çok çarpıcı bir kıssa anlatır:
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler. Bu adam râhibe giderek:
“Doksan dokuz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu?” diye sordu. Râhip:
“Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek:
“Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul olup olmayacağını sordu.” Âlim:
“Elbette kabul olur. İnsanla tövbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden sâlih insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir,” dedi.
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti.
Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri:
“O adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü”, dediler.
Azap melekleri ise:
“O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki”, dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek:
“Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir”, dedi.
Melekler iki mesâfeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdüler.” (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48)
Kendimize ve başkalarına yönelik değerlendirmelerimizde, zaman zaman tövbe kapısını kapatan râhibin durumuna düştüğümüz olur. Böyle bir tavır ve duruş, hem kendimize, hem de başkalarına karşı zulümle sonuçlanan nice cinayetlere sebebiyet verebilecek yanlış bir duruştur.
Kendimizle ilgili, “Bunca yanlışlardan ve günahlardan sonra, benden ne köy olur, ne kasaba.”, “Cennet benim için artık boş bir hayaldir.”, “Sâlihler arasında yer almaya ne yüzüm var, ne de hakkım” gibi anlayış ve bakış açıları, şeytanın bize yönelik öldürücü bir darbesidir. Bu tuzağa düşmemeli, tövbenin arındırıcı iklimine girmekte acele etmeliyiz.
Başkalarıyla ilgili de düştüğümüz hata ise, yanlış ve günah sebebiyle üstlerinin çizilivermesidir. Dünün günahının, onların geleceğini de karartmasına izin vermektir. Dün verilen hükmün, kendi gönlümüzde bozulmamasıdır. Dün oluşan kanaatimizin, bir ömür devamına fırsat vermektir. Hâlbuki nice düşen insan ayağa kalkmış, yepyeni bir dirilişle nice destanlar yazmıştır.
Öyleyse, kendimize ve âleme bakışta, şeytânî ve nefsânî değil, Rabbânî ve nebevî bir bakış açısı kazanabilmek gerekir.