Son hızla içimizi değil dışımızdakileri süslemeye ve bunu abartarak yapmaya devam ettiğimiz bir girdaba yakalanmış durumdayız. İçi mamur olmayan, dışındaki süsü abartarak hissettiği eksikliği giderme çabasında.
Müslümanın dünyası sadece yeryüzü ile sınırlı değil. Onun hayat iklimini şekillendiren, ahiretine ipucu kıvamında de gönül iklimi var. Gönül, eskilerin bizden daha çok kullandığı bir kelime. Onlar hayatı daha iç merkezli yaşadıklarından mıdır nedir, gönülleri de daha canlı daha hayatın içinde idi. Başka hangi dilde gönül kelimesinin karşılığı vardır? Başka hangi dilin insanları gönüllerine güzel gelenle hayatlarını şekillendirmişler… Gönül kalbimizin atmosferi, hassas bir radar, kuvvetli bir yön bulucu, kimi zaman ferman dinlemeyen bir asi. Gönül, insanın bir ömür üzerinde hassasiyetle dursa, yorulsa hiçbir şey kaybetmeyeceği bir alan. Gönlün sevdiği güzel, ısınamadığı beri…
Gönül dünyamız, duyulması hissedilmesi, yeşermesi, kurumaması için çaba istiyor, emek istiyor. En çok da belki, dünyanın hay huyundan uzaklaşmış, sükuna ermesi ütopik olsa da, yer yer sessiz kalabilen insan istiyor. Sessiz kalabilen, kendini dinleyebilen. Sessizlik, sadece dış seslerden arınmışlık değildir. Gönlümüze gürültü olarak yansıyan her türlü “veri”den, “girdi”den de azade olmaktır. Otobüslerin sesi kadar reklam panolarının kirliliğinden uzak olmaktır. Televizyonla muhatap olmamak kadar facebook like’larından, twitter RT’lerinden, ig kalpleri ile de yorulmamaktır. Baş gözünü yoranlar kadar gönül gözünü meşgul edenlerden de kendini sıyırmaktır, gönlü beslemek.
İnancım o ki, yaşayışında sade olanlar, en çok gönlünü dinleme şansını bulacaklardır. İnsanın ciddi imtihan noktalarından biri “çokluk”, “kesret”. Saya saya çoğaldığını, arttığını zanneden insan, yorumlarının kaç kez ‘like’ edildiği, fotoğraflarının kaç ‘kalp’ ile ödüllendirildiği, cümlelerin kaç RT ile çoğaltıldığını sayan, bu kesretle doyum bulmaya çalışan insan, 7 mide ile yiyen ve yedikçe aç kalan zavallı gibi değil midir? Halbuki saydığımız ve sayısına güvendiğimiz her şey bizi tevhidden, bizi fıtratımızdan, bizi gönül dünyamızdan uzaklaştırıyor. Çoğaldıkça azalıyoruz, azaldıkça derdimize derman diye yeni sayıların, abartıların peşinde koşuyoruz.
“Saat Kitabı”nda Şule Gürbüz, batıdan Osmanlı’ya getirilen saatlerdeki Osmanlı zarafetinden, sadeliğinden yoksun, oryantalist bakış açısıyla süslenmiş, daha doğrusu süslü gösterilmeye çalışılırken iyice abartılmış saatlerden bahsederken, o dönemin hikaye ve romanlarında bu tür objelerden şöyle bahsedildiğini yazıyor: “Frenkkari, alafranga azmanı, deccal cüsse, şeytan çehre, gönül yorgunluğu, kalbe gılzat-ruha kasavet, göz perdelenmesi veren heyula eşya, Kıptikari hatta ‘alafranga azmurta ev döşemişsiniz, işletin bari’… Yine bu satırlardan önce, bahsi geçen saatlerin muhakkak sadeleştirildiğinden bahsediyor. Batıdan gelen süs azmanlarını sadeleştirmek. Günümüzün tam tersi. Şimdi frenkkari olsun, göz doldursun, görünür olsun/kılsın isteniyor. Fiyatı, rengi, büyüklüğü, parıltısı artsın ve bunu her haliyle göstersin.
Başörtüler rengarenk ve parlak, saatler kocaman, ayakkabılar abartılı, çantalar büyük, telefon kılıflarının içinde telefon kayboluyor… Bu dalga ibadetlere de vuruyor. Gördünüz mü bilmem, artık zikirmatik denilen, yine saymayı kolaylaştıran o minik elektronik-tespihlerde bile swarovski taşlar var. Evlerimizin süslü ama huzuru eksik, sofralarımız süslü tadı, tuzu, misafiri eksik. Kutlu doğumlar süslü, fakat neşeden, şükürden uzak. Ramazan ayı çok süslü, huşusu… Allah kerim…
Son hızla içimizi değil dışımızdakileri süslemeye ve bunu abartarak yapmaya devam ettiğimiz bir girdaba yakalanmış durumdayız. İçi mamur olmayan, dışındaki süsü abartarak hissettiği eksikliği giderme çabasında. Halbuki böylelikle kendimize ecnebi kalıyor, gönül diline tercüman arıyoruz. Sayımız artsa da, sayanımız kalmıyor. Gönlünü saymayanı, kim adamdan sayar ki?