En hassas çekimleri aslında kalbimiz yapıyor. Ve çektiği fotoğraflar ne ışık, ne açı ne de fotoşop hilesi ile düzeltilemeyecek kadar gerçek. Kalbin merceği göz. Gözden giren ışık, kalbin karanlığında hayatımızın hakiki manzarasını oluşturuyor.
Zulüm ve nur, gündüz ve gece, ışık ve karanlık…. Hayatımızın dengede olması birçok zıttın da dengede olmasına bağlı. Ne sadece gecede yaşayabiliyor insanoğlu ne sadece gün ışığında. Gece zikrinin kat kat karanlığa ihtiyacı var, gündüz ibadetinin tayf tayf ışığa…
Işık ve gölgeden insanoğlunun pek çok şekilde faydalandığı muhakkak. 19. y.y. başlarında insanoğlu bu ikiliden başka bir şekilde istifade etmeyi de keşfetti. Zamana hükmetmenin, zamanın ötesine çıkmanın bir basamağı olarak mı düşünülür, vakti durdurmanın yahut sadece güzel hatıraların bir şubesi mi... Kimi için kainattaki oluşa bir başka açıdan şahitlik etmek, kimi için bir an’a nice mana’yı yüklemek. Işığı karanlıkta hapsetmenin bir başka adı: Fotoğraf.
Teknoloji fotoğraf makinelerini de değiştirdi, geliştirdi. Artık her mahallede değil, her cepte bir fotoğraf makinesi var. Fotoğraflar sadece önemli anlarda çekilip, özel albümlerde saklanıp, özel vakitlerde, özel insanlarla paylaşılmıyor artık. Her an’ı kareleyip, ‘herkes’le paylaşma gibi bir lüksü var günümüz insanının!
Fotoğraf bir sanat aracı. Öyle fotoğraflar var ki, nice yaşanmışlıkları, olayları o içine hapsettiği bir an ile derinlemesine ifade edebiliyor. Dil, din, coğrafya fark etmeden insanların gönlünde aynı acıları, aynı sevinçleri hissettirebiliyor. Her fotoğrafçı o anları bilerek mi yakalamıştır? Bu fotoğraf, bu kare çok önemli diyerek mi bakmıştır vizörden? Muhtemelen hayır. Birçok meşhur fotoğraf, yine de sıradan bir bakışın ürünü olmasa da sıradan bir günün, vaktin emeği olabiliyor. Denir ki, iyi bir yazar masa üstünde duran alelade bir kibrit kutusundan da müthiş bir hikaye çıkarabilir. Rus yazarların tabiri ile, hikaye başlangıcında duvarda duran tüfek, hikaye bittiğinde patlar. Etkisi öyle canlıdır. Benim için iyi bir fotoğrafçı gözü de aynı hassasiyet ile bakar dünyaya. Yazarın eşyada gördüğünü sanata dönüştürürken, herkese ait olan kelimeleri ustalıkla kullanıp fark ortaya çıkarması gibi, fotoğrafçı da hepimizin gözleri önünde olanı, aynı güneş, aynı gökyüzü altında, aynı toprak üstünde, sadece kendi bakış açısı ve fark edişi ile müthiş bir kare’ye dönüştürür.
Dünyadaki en hassas fotoğraf makinesi teknik olarak göz. İnsan gözü yapay merceklerle kıyaslanamayacak kadar mükemmel. Fakat yine de teorik olarak piksel değeri 500 küsur megapiksel civarında. Son model cep telefonlarında bile 10 megapiksellik kameralar var ve çok güzel fotoğraf çekebiliyorlar. Gözün muhteşemliğini varın siz düşünün. Fakat gözden daha hassas bir kamera var. “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tövbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” (İbn Mace, Zühd 29) Hadisten anlaşıldığı gibi en hassas çekimleri aslında kalbimiz yapıyor. Ve çektiği fotoğraflar ne ışık, ne açı ne de fotoşop hilesi ile düzeltilemeyecek kadar gerçek. Kalbin merceği göz. Gözden giren ışık, kalbin karanlığında hayatımızın hakiki manzarasını oluşturuyor.
Fotoğraf kimi için bir sanat işi. Kimi için kendini arama, hayatı anlamlandırma ve bir ifade aracı. Kimi için yediğini, içtiğini, gezdiğini gösterme, bir tür görsel etiket aracı. Kimi çektiği karelerle hayatı, acıyı, kederi görünür kılıyor, o anda yaşananı iliklerimize kadar hissettiriyor. Kimi çektiği karelerle kendi hayatını/imajını görünür kılıyor. Artık her gün milyonlarca kare fotoğraf çekiliyor. Sanal alemde, hafıza kartlarında, sıranın kendisine gelmesini bekleyen fabrika malları gibi sıralanıyorlar. Bir göz onları fark etsin diye…