
Sınıftaki bir iki başörtülü öğrenciye kafayı takmıştı hoca. Meseleyi kendi inançsızlığına getirip milletin zihnini bulandırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Hele ahlâki hassasiyetlerle dalga geçişi… Milli manevi değerleri hiçe sayışı…
anım sıkkın! Bütün keyfimin, hevesimin içine etti pis herif! Sözde bir de hoca olacaksın! İnsanlara doğru bildiğini öğreteceksin! Profesörlüğünden geçtim senin! Keşke insan kalabilsen…
Şimdi dersten çıkmak zorunda kalmıştı. Birkaç saniye daha kalsa atılacaktı zaten. Kovulmadan önce istifa etmiş bir memur gibi hissediyordu kendisini… En çok da bu sıkıyordu ya canını. Tam düşmanı kendisini öldürecekken intihar etmişti sanki! Neye yarardı ki bu?!
Sınıftaki bir iki başörtülü öğrenciye kafayı takmıştı hoca. Meseleyi kendi inançsızlığına getirip milletin zihnini bulandırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Hele ahlâki hassasiyetlerle dalga geçişi… Milli manevi değerleri hiçe sayışı…
Bunları düşünerek epey bir müddet yürümüştü. Yürüye yürüye kendine gelir insan. Kasılıp kalmış, kramp girmiş bir zihne en güzel masajdır yürümek.
Kampüsün dışındaki geniş bir çayırı andıran büyük alana gelmişti. Burası bakımlı bir çiftlik gibiydi. Veterinerlik Fakültesinin hayvanları burada salma gezdiği için, memleketini özleyen öğrenciler ilk fırsatta kapağı buraya atarlardı. Bir nevi köye dönüş.
Taze bahar kokan çiçekli elbisesini yeni giydiği anlaşılan küçük bir ağacın altına oturdu bizim delikanlı. Tam kendisini tabiatın güzel kollarına bırakıp da zihnindeki hastalık şifa bulacaktı ki, burnuna tanıdık pis bir koku geldi. İçindeki tiksinti yeniden kabarmıştı.
— Üniversite’nin kadrolu hocaları eğitimin içine ederken, veterinerlik fakültesinin kadrolu hayvanları da kampüsün içine edecek tabii ki canım! diyerek, küçük bir kır gezisini kendisine çok gören talihine sitem etti.
Fakat oldum olası kendisini rahatsız eden işlerin üstüne gitmeyi pek severdi. Bu sefer de şu pis kokunun kaynağını aramaya başlamıştı işte. Hemen de buluverdi, fakültenin büyükbaşlarından birinin marifetini.
— Oh ne iyi be! Memlekette özgürlük var nasıl olsa! Koskoca profesörler bütün ahlâki kayıtlardan azâde kafasına göre takılıyor ya! Sen de tabiatının icabı, gönlünün dilediğini yapacaksın elbette…
Ama bu gübre yığının yanı başında kendisini küçük bir sürpriz bekliyordu. Hareket eden o küçük siyahlıkları görünce; “Amanın!” diye bir hayret çığlığı kaçıverdi dudaklarından.
O da ne! Eski çocukluk günlerinin en enteresan simaları buraya teşrif buyurmuşlar. Hadi kibarca söyleyelim, bir gurup mayıs böceği, hararetle girişmişler işe. Hevesle çalışıyorlar…
Mevlana Hazretlerinin şu mısraları geldi aklına:
“Mayıs böceği daima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan hoşlanmaz. Onun ilacı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır. Nasihatçiler de, kasvetli kişiyi, şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de öğütten, iyilik ve güzellikten nasibini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”
İçindeki kasvet, sıkıntı, bulantı birden gitmiş, dimağı gül kokularıyla ferahlayıvermişti birden.
— Yaaa! Şu kendini bir şey zannedip Allah’ı inkar ederken kendi heveslerine tapan profesörün şu bok böceğinden farkı nedir ki!
— Hadi oradan zirzop! diye bir itirazla irkiliverdi birden. Sağına soluna bakınıp sesin sahibini aradı önce. Sonra aynı sesi tekrar duydu daha aşağılardan:
— Buraya bak buraya! Mayıs böceklerinin, yaratanla bir soru olmadı hiç! Bir kafirle kıyaslayacaksan bizi bozuşuruz ona göre… O herfiler tâife-i hayvana değil “bel hüm edal” sınıfına giriyor bilesin!
Çocukluğundan beri hayvanlarla konuşurdu kendi kendine. Onun için mayıs böceğinin kendisiyle konuşmasını yadırgamadı; ama verilen cevap da biraz zülfi yâre dokunmuştu.
— Ama bana zirzop dedin?
— Ama sen de zirzopluk ettin…
Bu muhabbet bu şekilde devam etmeyeceği için teslim bayrağını kaldırdı. Yeni bir fasıl açmak üzere, işin en başına geri dönmeye karar verdi:
— Kusura bakmayın hata bende. Onun için önce bir tanışalım ne dersiniz?
— Bizce uygundur...
— Ben bu üniversitede öğrenciyim. İsmim Zeki…
— Benim adım da Bir Mayıs. Mayıs ayının ilk günü doğmuşum.
— Ne güzel!
— Benim adım da On Dokuz Mayıs. Ben de 19 Mayıs’ta doğmuşum.
İçlerinden bir tanesi kıpır kıpır yerinde duramıyordu. Hemen atıldı:
Benim adım da Yirmi Dokuz Mayıs...
— Aaaa! Ne güzel isim! Sen de 29 Mayıs’ta doğdun değil mi?
— Ha haa! Hayır! Bu insanlar ne kadar enteresan değil mi arkadaşlar?
Mayıs böcekleri başladılar gülmeye:
— İki tane şey öğreniverince, her şeyi bildiklerini zannediyorlar…
— He hee! İyi ki biz onun gibi Zeki değiliz ha haaa!
— Ben 16 Mayıs’ta doğmuşum. Babaannem “İlla dedesinin ismi olsun…” diye tutturunca bana dedemin ismini vermişler. Hi hi…
— Eee söyle bakalım insan! Nasılsın?
— Nasıl olsun işte! Yuvarlanıp gidiyoruz…
Sizler nasılsınız?
— Eh işte! Biz de yuvarlayıp gidiyoruz.
— Ohooo! Yuvarla da yuvarla… Kardeş, nereye kadar gidecek böyle be ya…?
Yirmi Dokuz Mayıs, gencin verdiği cevaptan pek keyiflenmişti. Neşeyle kikirdeyip sordu.
— Sen bizi ne düşünüyorsun? Asıl kendi derdine yan! Biz yaşadığımız hayatın öznesiyiz. Yuvarlıyoruz… Sen hayatının nesnesi olmuşsun. Yuvarlanıp gidiyorum diyorsun… Hi hi! Asıl sana sormak lazım nereye kadar?
Böceklerden diğeri söze karıştı:
— Bana sorarsan “Nereye kadar?” sorusu bizi ilgilendirmemeli. Sana “İnsansın” diyen kudret, bize de “Yuvarla bakalım!” demiş. Ötesi bizi ilgilendirmez. Bu böyle devam edip gidecek. Ta ki “yakin gelinceye” biz ölünceye kadar…
Böceklerden duyduklarına inanamıyordu. Az önce profesör sıfatlı bir insan türlü hezeyanlarda bulunmuştu. Şimdi de bu böceklerin insanları imrendirecek sözlerini dinlerken: “Allahım! Aklıma mukayyet ol!” diye dua ediyordu.
— İyi de muhterem, hiç usandığınız, bıktığınız olmuyor mu sizin?
— De bakalım sen günde kaç öğün yemek yersin?
— Sabah, öğle, akşam! Üç öğün… Yirmi Dokuz Mayıs ile Bir Mayıs’ın gözleri yuvalarından fırlayacaktı neredeyse:
— Ohaaa! Hem de günde üç kere, yuh! Sen bizi bile yersin!
— Vay insan vaay! Vallahi korkulur sizden! On Dokuz Mayıs sözüne devam etti:
— Peki sen yıllardır günde üç kere, yemek namına bulduğunu yuvarlar durursun… Bıkmadın mı şimdiye kadar?
— Olur mu hiç öyle şey! Yaşayabilmem için gerekli bu. Ben böyle yaratılmışım, dedi delikanlı.
— Bizim için de aynı durum geçerli. Neslimizi devam ettirebilmek için yapıyoruz biz bunu. Bizim mahdumlar yumurta halindeyken bu yuvarlak gübre toplarının içinde saklarız onları.
— Desene, pislik içinde doğup büyüyünce tiksinme de olmuyor hâliyle!
— Bak! Şu senin pislik dediğin şey, hazmedilmiş yemektir, tamam mı?. Ben bu pisliği ayağımın altında yuvarlıyorum, sen midende taşıyorsun. İğreneceksen önce kendinden iğren. Gelelim pislik içinde doğmamıza. Beni beğenmeyene bir bakar mısın? Sen neyden yaratıldın a insancık? Nisan şebnemlerinden mi? İstiridyeden çıkmış inci danesi mi zannediyorsun sen kendini ukalâ!
Yirmi Dokuz Mayıs işi yine muzipliğe vurdu:
— Iıyyy… Nerden de bulursunuz böyle iğrenç mevzuları. Bak benim midem kabardı şimdi… Tiksindirdiniz beni şu zavallı insancıktan. Allah’ın yarattığından tiksinmek de olmaz ki! Hi hi! Yazık onlar da böyle yaratılmış!
— Vallahi sizden böylesine akıllı cevaplar beklemiyordum. Şaştım kaldım doğrusu!
— Hoop dedik. Böceksek, biz de Allah’ın kuluyuz hor görmeyeceksin. Bizim de kendimize göre bir hayat felsefemiz, aklımız, izanımız var değil mi ya efendim…
— Vaaay etkileyici! Hayatın boyunca, ardına bir gübreciği takıp yuvarlar durursun. Hadi desene bana, ne öğrendin sen bu işten? diye alaylı bir edayla sordu genç.
— Ben demesine derim de, bilmem senin aklın kaldırır mı Zekiciğim?
— Amma yaptın ha! Senin aklının aldığını ben bu insan hâlimle mi anlamayacağım.
—İyi o zaman sıkı dur! Bu gübreciği yuvarlamak öyle sıradan bir iş değildir. Her türlü engeli aştırır, dere tepe yuvarlarsın ama…
— Aması ne?
— Ama bunu rüzgâra karşı yuvarlayamazsın. Rüzgârı ardına alırsan ne âlâ! O zaman daha kolay olur. Fakat rüzgâr tersten eserken bu meret yuvarlanmaz ki bir türlü.
— Hah haa! Benim aklımın almayacağı bu muydu şimdi?
— I ıh! O kadarını anlarsın herhâlde! Ama asıl mesele ne biliyor musun?
— Neymiş? Merak ettim söylesene!
— Rüzgara inat gübre yuvarlanmayacağını bütün mayıs böcekleri bilir de, takdîr-i ilâhîye karşı, kadere rağmen bir şeyin olmayacağını kaç insan anlar ki?
— Hıı! Ne? Bir dakika ama…!
— Kafan mı karıştı Zekiciğim! He hee…
Bir Mayıs araya girdi:
— Neyse şimdi senin aklını bu mevzuuyla karıştırmayalım. Şimdi biz var ya, bunu taşırken kafamız her zaman Doğu’ya bakar.
— Anaaa! Bak bunu duymamıştım.
— Yaaa! Mayıs böcekleri kıblesini şaşırmaz insancık! Sen sizin familyadan haber ver bakalım…! Hele şu profesör dediklerinden…
— Vay bee! Süpersin Bir Mayıs. Bazıları mevkiine güvenip bir de kalkıp Allah’ı inkâr etmiyor mu? “Çağdaşlık bunu gerektiriyor!” deyip çağları yaratanın kanunlarına cephe almıyor mu?
— Ben makam mevki tanımam insancık! Şurada bir gübre yığını gördüm mü “Bunu buraya bir yapan var!” derim. Kendini inkâr edince biri şu gübre kadar kıymeti mi kalır! Bize bakar iğrenirler bir de. Bizim familyada Hakk’ın emrine karşı çıkmak gibi boktan dava olmaz. Hele O’nu inkâr etmek!!! Biz öyle bok yemeyiz.!
— Helal olsun be! Seni ve arkadaşlarını bu fakültenin Ordinaryüs Profesörleri ilan ediyorum On Dokuz Mayıs.
— Teşekkür ederim. Kabul etmiyoruz. Bizim için en büyük mertebe kulluktur.