Büşra Sarı
Var olduğunu başkalarının kendisini seyrettiği oranda hissedebilen insanlar, yalnız kalmak, mahremiyet gibi kavramlara önem verenleri sağlıksız bir kişilik olarak değerlendiriyorlar. Halbuki Tevfik Fikret’in de dediği gibi “Göz açıldıkça ruh perdeleniyor” haberleri yok.
endimi on altı yaşındaki bir genç gibi hissediyorum. Bu his yaşlanmanın getirdiği geçmiş özlemi falan değil aslında. Gayet normal bir şekilde ergenlik yıllarıma geri döndüm!
Sürekli izleniyormuşum gibi bir tedirginlik var üstümde. Sanki çevremdeki insanlar mahremiyet alanıma fazlasıyla dalmış da her yaptığımı görüyorlar. Bu çok ürkütücü bir durum. Bütün bunları yaşamama sebep ne ola ki derken odanın ışığı açık olduğu hâlde perdenin kapalı olmadığını fark ettim. Bu benim için hiç abartısız bir kriz hâliydi…
Yeni yapılan evlerde pencerelere perde takacak hiç münasip bir yer yok mu acaba? Akşam olduğu hâlde perdesini çekmeye bile üşenecek kadar tembel bir millet olduk da habersiz miyiz yoksa? Zaten dışarıda yeterince her hâliyle ortada yaşıyoruz; herkese en özelimizi, ne giydiğimizi, ne yediğimizi, ne yaptığımızı göstere göstere dolanıyoruz. Bunlar yetmiyor da bir de ev hâllerimize mahallenin ortaklığını istiyoruz. Ah, aslında ne kadar da paylaşımcıyız!
Bu hassasiyete sahip olmayan insanların psikanalizini yapabilmeyi çok isterdim. Derinlerine indikçe hangi ruhsal sıkıntılar ile karşılaşırdım merak ediyorum. Ama hani derler ya görünen köy kılavuz istemez diye; sebepleri tahmin etmek çok da zor değil.
Artan sosyal paylaşım ağları olsun, a’dan z’ye her şey “paylaş” diyor. Ama neyi? Et dürümümün diğer yarısını mı, en sevdiğim bisküvili çikolatanın beş parçasını mı, sıcak bir günde dondurmamın hepsini mi? Kusura bakmayın fakat hiç kimse bunları paylaşacak kadar saf değil! Herkes annesinin karnında kurnaz tilki ile birlikte doğuyor. Tabi ki bize “paylaş” diyenler de bu saydıklarımı kastetmiyor.
Şu an ne yapıyorsun, ne yiyiyorsun, kiminlesin, nerdesin, ne giydin vs vs. Benden bu cevapları istiyor. “Sanane kardeşim” diyebilen bir avuç insan evladı olduğu için her yerden vıcık vıcık “şimdiki zaman” fışkırıyor.
Görünerek var olma anlayışımız, geleneksel dünyadan kopuşumuzun önemli göstergelerinden biri. Çünkü biz küçükken yani bizim zamanımızda demeyi seven dedelerimizin, ninelerimizin vaktinde üstünlüğün “görünen”de değil “gören”de olduğu bilinir, ona göre yaşanılırdı.
Çok daha eskilere gidecek olursak bir pazar yerinde o çok sevdiğimiz Osmanlı padişahlarından biriyle burun burna geliriz de hiç haberimiz olmaz. Neden? Çünkü karşımızdaki tebdil-i kıyafet giymiş bir sultandır. Onların bu tutumu, kimliğini saklayarak, yaşanmakta olanları tabiî hâliyle yakalamak istemelerinin yanı sıra; görünmeden “görme” hiyerarşisini sürdürmek ile de alakalandırılabilecek bir husustur.
Fotoğraf makinesinin objektifinin göz olarak, üstelik çektiği fotoğrafın saklanabilme özelliğinden dolayı hafızası olan ve hatıra toplayan bir göz olarak ortaya çıkmasından sonra geleneksel dünyanın gören ve görünen arasındaki sırası bozulmuştur. Çünkü modern anlayışta var olma biçimi “görünme”dir. *
Televole kültürü ve özel hayat avcılığı ilköğretim düzeyine kadar inmiş olması hasebiyle bizden sonra gelecek olanlar da şu anki hâlimizden pek farklı olmayacak. Biz evimizdeki perdeyi çekmeye üşenerek küçüklerimize örnek oluyorsak çok üzülüyorum ama sadece evler değil koskoca bir dünya örtüsüz kalacak!
Işığı yakmadan önce koşa koşa perdeleri çekmeye çalıştığım için arkadaşım benimle dalga geçiyor. Evimde pencere bile olmamalıymış falan gibilerinden… Bu derece dikkat etmeye çalışmamın sebebi en başta Allah Resulü’nün bir sünnetini hayatıma yerleştirmeye çalışmam, daha sonra ise üstünlüğün karşı binadaki komşumda değil bende olmasını istediğimdedir.
Ben işte bunlardan dolayı, ışık yandığı anda perdeyi çekmeyi bir şeref biliyorum. Asla pişman değilim, her zaman kapatmaya hazırım! Vesselam.
*Fatma Barbarosoğlu- İmaj ve Takva