
‘‘Toplum ‘hiç kimselerden’ oluşur.”
Alman siyaset bilimcisi. Totaliterizmden devrime, özgürlüğün doğasından şiddete, siyasi düşünce tarihinden döneminin güncel gelişmelerine kadar birçok alanda özgün fikirler üreten bir kadın. Hem demokrasi yanlılarının hem de demokrasi karşıtlarının atıf yaptığı ortak isim. “Kötülüğün sıradanlığı” ifadesinin sahibi, Nazi Almanya’sında kendini Alman kimliği ile tanımlayan bir Yahudi. 22 yaşında doktorasını vermiş zeki bir teorisyen. Özgünlüğün, çarpıcılığın, alışılmışın ötesinde bir duruşun adı: Hannah Arendt.
Ekim 1906’da Alman kenti olan Linden’de doğar, Kant’ın da hayatı boyunca yaşadığı yer olan Königsberg’de seküler bir Yahudi ailede büyür. Rudolf Bultmann ile Yeni Ahit, Martin Heidegger ile de felsefe okumak için Marburg Üniversitesi’ne kaydolur. Kısa sürede parlak bir öğrenci olduğunu gösterir. Heidegger, onun Yunan felsefesine duyduğu ilgiyi teşvik eder ve Arendt sık sık çalışmalarındaki temel kavramlar için Platon ve Aristotales’e döner. Edmund Husserl’den de ders alma imkanına sahip olan Arendt, O’nun fenomenolojik yönteminden derinden etkilenir.
Heidegger ile Aşk
Heidegger’in Aristotales üzerine verdiği dersler onun için ufuk açıcı olur. Heidegger’in insanın varoluşu üzerine yaptığı çalışmalar Arendt’e şevk verir. Bu arada, aralarındaki ilişki öğrenci-hoca ilişkisinden çıkar ve nihayete eremeyen bir aşk sarmalına döner. Heidegger bir başkasıyla evlidir ve iki çocuğu vardır, buna rağmen yıllarca aralarında aşk mektupları gider-gelir ve Marburg’da iken birlikte yaşarlar. Heidegger’in Nazi Partisine üye olmasından sonra aralarındaki bağ kopar ve Arendt sürgün hayatı yaşamaya başlar. Önce Fransa’ya, sonra ABD’ye gider. 2 ayrı evlilik yapar. Bu süreçte geliştirdiği hemen her yaklaşım Heidegger ile bir şekilde bağlantılıdır. Ayrıca eserlerinde ciddi oranda Nietzsche ve Kant etkisi de görülür.
Sürgün zamanlarına ait deneyimleri ve düşünceleri onu, felsefe geleneğinden uzaklaştırıp siyasal kurama yakınlaştırırken siyasal düşünceleri üzerinde de derin etkiler bırakır. Siyasal düşünce geleneğinin ve siyasal eylemin modern toplumlarda krizde olduğu saptamasını yapan Arendt, bu krizin göstergesinin yirminci yüzyılın “savaş ve devrimlerin, dolayısıyla şimdilerde bu iki olgunun ortak paydası olduğuna inanılan şiddetin yüzyılı” olmasında yattığını iddia eder. (bkz: Crises of the Republic, New York, 1972)
Çarpıcı Derecede Özgün
Margaret Canovan 1992’de yazdığı Hannah Arendt: A Reinterpretation of Her Political Thought isimli eserinde, Arendt için “çarpıcı derecede özgün, aynı zamanda rahatsız edici derecede alışılmışın dışında” der.
Temel olarak karşı çıktığı şey; iktidarın sahiplenilen, ele geçirilen, devredilen, bir anlamda sınırsız bir güç olduğu düşüncesi; bir bireyin, bir grubun veya bir sınıfın tekelinde iken sınırlayıcı ve zorlayıcı bir rol oynadığı algısıdır. Genel söylemleri, politikanın ve politik olanın doğasını keşfetmek ve bunun insan faaliyetlerinin diğer alanlarından farkını dile getirmek üzerine kuruludur. Özerk bir politik alanın varlığını tehdit eden sosyal ve tarihsel unsurları ve gelişmeleri incelemiş, Majid Yar’ın ifadesi ile “politik varoluşun doğasını epistemolojik olarak yeniden inşa etmeye” teşebbüs etmiştir. Politik olana saygınlığını geri kazandırmak ve “gerçek politikayı” korumak Arendt’in temel kaygılarından biri olmuştur.
Ahlakçı Siyasete Ret
Her düşünme pratiğinin kişisel ya da tarihsel bir deneyim sonrasında onun üzerine düşünmek olduğuna inanan Arendt’in siyaset kuramına yönelişi 1930’lar Almanya’sında, Nazi rejiminin iktidara gelişi ve Yahudi düşmanlığının Almanya ve Avrupa’da yükselişe geçişine denk düşer. O zamana kadar herhangi bir siyasi oluşum ile bağlantı kurmamıştır. Kendini Yahudi kökeninden ziyade Alman kimliği ile tanımlar.
Siyasete yönelik ahlakçı bir tutumu reddeder. İnsanoğlunda iyi ve kötünün ayrımını yapmaya yarayacak doğal bir dürtüyü aramanın boş bir çaba olduğunu düşünür. Şiddetin siyasal alanda bir rolü ve yeri olabileceği düşüncesini reddetmek geleneksel şiddet/siyaset/iktidar ilişkisini yıkmak anlamına gelmektedir. Biz Müslümanlar ile arasına en belirgin çizgiyi de burada çeker. Zira çok açıktır ki insan, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayıran bir melekeye sahiptir ve imtihanı buradan verecektir.
Nazi Almanyası’nın yürüttüğü soykırım politikasına ve Stalinizm’in yıkıcı yükselişine tanıklık eder. 1951’de yayımladığı ilk kitabı Totalitarizmin Kaynakları’nda bir yandan bu rejimi Batı tarihinde benzeri görülmemiş dolayısıyla geleneksel siyasal kategorileri alt üst eden bir fenomen (duyularla algılanabilen her şey) olarak ele alırken, diğer taraftan da onu ortaya çıkaran tarihsel koşulları saptamaya çalışır. Siyasete duyulan güvenin derinden sarsıldığı travmatik bir dönemde kaleme aldığı ilk büyük çalışması olan politik terörün doğasındaki değişimi ve bu değişimin “politik olanı” yıkıcı niteliğini ele alır. Daha sonra İnsanlık Durumu adlı eserinde bu çerçevede derinlemesine analizler yapar.
Totaliterizmi Anlamak Gerekir
Ona göre totaliterizm, insanların iyi/kötü algılarını aşarak mutlak anlamda bir kötülüğü gerçekleştirmiştir. Bu mutlak kötülük, sebep olduğu kitlesel kıyımlar ve şiddetin ötesinde, totaliter rejimlerin siyasala ve bireyin varlığına yönelik tehdidinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla mutlak kötülüğün radikal doğasını anlamak, gelecekte yeniden benzeri bir tehditle karşılaşmamak için gereklidir.
Felsefenin “bireyin kendisi”ne dair sorunlarla uğraştığını söyleyerek, “felsefeci” tanımlamasını istemediğini belirtir. “Siyaset bilimci” olarak bilinmeyi arzu eder, “tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa” odaklandığı iddiası vardır.
Arendt’in eserleri, iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik ile rabıtalıdır. Liberalizm’in “politikanın bittiği yerde özgürlük başlar”, “devleti küçültürseniz sorunları çözersiniz” şeklinde özetleyebileceğimiz (bu arada “her özet faşizandır” der Heidegger) anlayışa karşı çıkar. Özgürlüğü kamusal ve birlikteliğe dair bir kavram olarak temellendirir. Antik Yunan şehirlerini, Amerikan kasabalarını, Paris Komününü ve 1960’lardaki toplumsal özgürlük hareketlerini örnek gösterir.
Fukuyama’nın meşhur “tarihin sonu” tezinden önce kendisi “end of ideology”yi (ideolojinin sonu) tezini ortaya atmıştır. Fukuyama’nın buradan yola çıkarak görüşlerini temellendirdiğine dair bir söylenti mevcuttur.
Arendt, Aralık 1975’de ölür. Ondan geriye “otorite ve totaliterizm” üzerine çalışmak isteyenlere atıf yapılmak üzere bekleyen eserler kalmıştır.