Elinizde ne varsa, şöyle bir açın avucunuzu, sevdiğiniz, sahip olduğunuz her şeyi orada görmeye çalışın. Ne alıyorsa avucunuzun içi, “benim” diye değil de, “bana hediye/emanet edilenler, Rabbimden gelenler” diye bakmaya çalışın, çalışalım.
İnsan, bedel ödemediği nimetlerle donatılmış olarak dünyaya geliyor. Parmaklarımız arasının açık olması, beynimizdeki sıvının miligram olarak miktarı, kalp kapakçıklarımızın işlevsel olması, kanımızın terkibi hiç üzerinde düşünmediğimiz, istesek de düşünemeyeceğimiz, tartamayacağımız nimetler. Ahir zamanın fitnelerinden midir, artık bedensel özellikler, ten görüntüsü iyice “para eder” olduğu için, kişilerin bu özellikleri kendinden bilme hevesi de oldukça artmış durumda. Benim ahu gözlerim, benim servi boyum, benim endamım. Senin neyin? Hiçbir şeyin.
Geçtiğimiz ay bir kulak rahatsızlığı geçirdim. Rahatsızlık mıydı, rahmet miydi bilinmez aslında. Biz zahire bakalım ve onlarca insan karşısında aniden başlayan bir uğultu ile kulağın işlev dışı kalması diyelim. Sadece duyma yetisinin azalması değil, bir yandan da hiç bitmeyen ama sadece sizin duyduğunuz uğultu benzeri bir sesin, bütün gününüze yarenlik etmesi…
İnsanın düştüğü çukurlardan biridir, nimet elinden alınmadan kıymetini idrak edemez. Nasıl idrak edelim? Hani otursak bir seher vakti, hadi üzerimdeki nimetleri düşüneceğim şimdi desek? Tefekkürümüz bitmeden ömrümüzün bitmesi icap etmez mi? Kaldı ki sadece aman şu da bir nimet, bu da bak ne güzel vs diye de düşünmek bizi nereye götürür? Götürebileceği son nokta, zannımca, şükürden aciz olduğumuz noktası. Sahabe efendilerimizden öğrendiğimiz, “Ya Rabbi Sana hakkıyla şükretmekten acizim” noktasından öteye yol var mı?
Sabah vakti coşan kuşların sesi, siz çalışmaya dalmışken koridardan gelen çocuk kahkahaları, İstanbulluların pek sevdiği o vapur düdükleri, ancak telefonla ulaşabildiğiniz sevdiklerinizin merhaba demesi. Hepsi kulak varsa var. Kulak yoksa yok. İyi bir konuşmacıdan, iyi bir başlık altında seminer dinlemeyi en güzel nimetlerden biri sayan ben, o kulak rahatsızlığı sırasında tam da bir seminer programının ortasındaydım. Neredeyse on gün boyunca farklı konularda farklı insanlardan güzel konuşmalar dinleyecektik. Dinledik de… Düşünün ki, sahneden konuşan biri, sessiz ve dikkatle dinleyen insanlar, siz ise bir süre sonra konuşmacının sadece ağız hareketlerini görüyorsunuz. Kulaklarımın işitme yetisi benim elimde mi? Gözlerimin görmesi? Hangi düğmeye basında kapatıp açabilirim? İmkanı yok. Belki de artık böyle olacak. İlim sevgimi sadece kitaplara yönelteceğim. Elimdeki o ses arşivi, artık hiçbir anlam ifade etmeyecek… Aynen bunları düşündüğüm, düşünmekten öte iliklerime kadar yaşadığım o belki de birkaç saniyenin acizliğini anlatmaya kelimeleri yetiremem.
Çevrenize bakıp da, olmasaydı ne olurdu diye düşündüğünüz oldu mu? İstanbul’da yaşamasaydım ne olurdu? Genç dergiye ulaşamasaydım ne okurdum? Özler miydim dergimi? Yazı yazacak bir masam olmasaydı, kahvaltıda yiyecek ekmeğim, soğuk günlerde ısıtacak battaniyem olmasaydı? Hava aydınlanırken, ne güzel güneş doğuyor diye düşünecek refahım olmasaydı, bir bombaya hedef olma ihtimalim olsaydı? Babam akşam ne güzel eve gelecek diye sevinemeseydim. Eyvah, yine babamın eve dönüş saati, kim bilir bu akşam ne eziyetler edecek diye korkan yok mu? Bunların hepsi var. Hem de uzak diyarlarda değil. Sizinle aynı göğe bakan, sizin beslendiğiniz topraktan beslenen nice can, nice ağır imtihanların elinde ah ediyor.
Elinizde ne varsa, şöyle bir açın avucunuzu, sevdiğiniz, sahip olduğunuz her şeyi orada görmeye çalışın. Ne alıyorsa avucunuzun içi, “benim” diye değil de, “bana hediye/emanet edilenler, Rabbimden gelenler” diye bakmaya çalışın, çalışalım. Önce nimeti fark edelim, şükredelim. O noktalarda imtihan yaşayanlara elimizi uzatalım. Sende para az, dur bendekini paylaşalım. Senin gönlün kederlenmiş, dur gönlümü sana açayım. Senin ayağın alçıda, dur suyunu ben getireyim.
Kulağımı soracak olursanız, çok şükür iyi. Himmetin bağrında deva buldu diyeyim, siz anlayın.