"Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir."
Heidegger’i, Sartre’ı doğrudan, diğer birçok filozof ve düşünürü dolaylı yoldan etkileyen, çağının büyük filozofu. Günümüz felsefi tartışmalarının merkezinde bir şahsiyet. Hristiyanlığın, dini, pazar gününe ihdas etmesiyle hesaplaşan bir adam. Varoluşçuluğun babası, öznelliğin savunucusu, huzursuzluğun felsefecisi: Soren Kierkegaard.
1813 Kopenhag doğumludur. 1855’de yine aynı şehirde ölür. Gençlik dönemi ve eğitim süreci ile ilgili detaylı bilgilere sahip değiliz. Kierkegaard’ın babası varlıklı, kuruntulu, suçluluk duygusu ile yaşayan bir adamdır. Bu durum onu derinden etkiler ve ‘deli gibi’ yetiştirildiğini ifade eder sonraları. Babasını memnun etmek için Teoloji (İlahiyat) okur, fakat devam edemez. Dini düşünceleri olmakla birlikte, sürekli din adamlarıyla, kurumlarıyla ve düşünceleriyle çatışma halindedir. Mevcut Hristiyanlığın yozlaşmış olduğunu ileri sürer ve Hristiyan inancının tamamen yenilenmesine yönelik eleştiriler geliştirir. Kierkegaard dini ve Tanrı’yı tamamen bireysel bir konu olarak değerlendirir.
Bir ara nişanlanır fakat çekingenliği yüzünden nişanlısından ayrılmak zorunda kalır ve bir daha evlenme imkanı bulamaz. Babasının ölümünü takiben felsefe eğitimine başlar. İlk çalışmalarını 1843’de yayınlar: Korku ve Titreme, Bir Parça Hayat, Yineleme. Takip eden birkaç yıl içinde de art arda eserler verir: Bir Parça Felsefe, Kaygı Kavramı, Yaşam Yolunun Uğrakları…
Varoluşçuluğun Babası
Felsefi akımlar içerisinde –özellikle günümüzde de yankı bulma açısından- en önemli kuramlardan biri varoluşçuluktur. Varoluşçuluk veya egzistansiyalizm, genel olarak psikolojik ve kültürel devinimlerin, bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceğini savunan felsefe akımıdır. Kierkegaard varoluşçuluk felsefesinin öncülerindendir. Varoluşçuluk felsefesinin anahtar meselelerini belirler. Hediegger’den (1889-1976) çok daha önce hiçlik, kaygı ve dehşet kavramlarını tanımlar. Heidegger ise bu kavramları, kaynaklarından neredeyse hiç bahsetmeden Varlık ve Zaman isimli çalışmasında kullanır. Jean Paul Sartre (1905-1980) Varlık ve Hiçlik isimli bin sayfalık kitabında, insanı “anlamsız bir tutku” olarak tanımlaması da yine Kierkegaard’dan gelir.
Geçen ay bu sayfada yazdığımız Nietzsche gibi, o da bağımsız ve sistemsiz biridir. Onun ilginç özelliklerinden biri, kitaplarının çoğunu takma isimle yazmış olması. Birinde Victor Eremite, diğerinde Johannes de Silentio, bir başkasında Constantin Constantius’u kullanması gibi.
Öznellik? Nasıl Yani?
Herkesi kendi hayatında özne olmaya çağırır. Kierkegaard, öznelliğin filozofudur desek abartmış olmayız. İnsan benliğini, kendi seçeneğini oluşturmakta ve kendini var etmekte özgür görür. “Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım” derken de kastettiği tam olarak öznellik. Hakikat diye bir şey olabilir, ama bu benim de hakikatim oluyor mu, diye sorar. Hakikatin, dünyanın öznel deneyiminde bulabildiğini, sadece nesnel yöntemlerle asla tam olarak anlaşılamayacağını ileri sürer. Hakikat öznel midir, yoksa nesnel mi gibi kadim bir felsefe tartışmasından söz etmek için yerimiz çok müsait değil.
Müslümanların kendisine –dikkatle- yaklaşmalarını gerektiren en önemli neden burada yatıyor. Kierkegaard, “kendi tercihlerimizi kendimiz yaparız” gibi basit bir şey söylemiyor. Daha ileri giderek, “tercihleri de kendi kendimize oluşturduğumuzdan” bahsediyor ki, burada Allah’ın iradesi bir tarafa konuyor. Bizim için bu dünyada hakikat olan tek şey Allah’tır, diğer tüm hakikatler o hakikatin merkezinde parça parça yer alır. Hakikati öznele indirgersek, büyük bir problemle karşılaşırız. Bütün insanları kuşatan, herkesi birden cennete götürebilecek olan ‘nesnel bir hakikati’ yok saymak, bizim için sorundur. Kierkegaard’ın eksikliğini biz zaten cüz’i irade / külli irade ayrımıyla tamamlıyoruz.
Herhangi bir konuda kendi düşüncesinin propagandasını yapmak yerine, bir sorun üzerinden, birbirleriyle rekabet eden fikirleri aktarmak için farklı kişilikler kullanır ve okuyucunun kendisinin ne düşündüğüne karar vermesini ister.
Hesaplaşılan Hegel
Onun düşünme biçimi Hegel ile kesinlikle zıttır. En büyük hesaplaşmasını Hegel ile yapar (bu arada Marksist diyalektiğin Hegel’e dayandığını hatırlayalım). Hegel, saf aklın üzerine kurulu büyük bir mantık sistemi önermiştir; bu sistemle insan ve onun dünyası, Tanrısal bir bakış açısından aktarılıyormuşçasına nesnel olarak anlaşılacaktır. Kierkegaard bunun asla mümkün olmayacağını ileri sürmüş, insan öznesinin her zaman vücudunun, uzaydaki konumu ve kendi bilincinin imkan sağladığı perspektif için konumlandırdığını belirtir. Bu da Tanrısal perspektifin reddedilmesi manasını taşır. Kierkegaard’ın 20 ve 21. yüzyıllarda Protestan teolojisi üzerinde de büyük etkisi olduğu söylenir.
Bir Parça Hayat isimli kitabında “bu hayat, sondan başa doğru, korkunç ve dayanılmaz” diyerek ne kadar umutsuz bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Umutsuzluğun bir varoluş aşaması olduğunu fısıldar. Onun yazıları genelde okuyucu için karmaşıktır. Kendi görüşlerini karmaşık bir diyalog içerisinde sunan, takma isimler kullanan yazardan bahsediyoruz. Kesinlik taşıyan bir sistemden kaçınır.
Korku ve Titreme, ünlü yönetmen Andrey Tarkovski’nin “Kurban” isimli filmine kaynaklık eder. Dünya hayatının bize yabancılığı konusunda takdir edilesi görüşleri vardır. Hristiyanlığa yönelik sert eleştirileri olmakla birlikte, “neden ibadetler pazar gününe has kılınıyor” diyerek Hristiyanlığın daha iyi yaşanmasını ister.
Onun radikal iki çıkışı vardır. Birincisi, “din ve ahlak arasında uçurum vardır” der. İkincisi, “din ile bilimin birbirini tamamlaması bir yana, taban tabana zıt iki şey olduğunu” gösterme çabasıdır. Bilim ile dini yakınlaştırma gayretini, “dine aklın pabucunu giydirmek” olarak yorumlar.