
Dil yarasının kapanmaz bir yara olduğunu şarkılar bile yıllardır söyleye söyleye bıkmadı. Ama insanımız öğütlere kulak asma noktasında maalesef pek gayretli değil ve nesillere aktarım konusunda çaba sarf edenler genelde öteki ya da kötü ilan ediliyorlar. Bugün taşın altına dilimizi koymanın vaktidir.
Konuşmak şüphesiz büyük lütuflardan biri lakin güzel konuşmak her insanın beceremeyeceği gayret ve hassasiyetler neticesinde mümkün olabilecek bir maharet. Güzel konuşmaktan kastım hitabet, diksiyon değil, konuştuğunda güzel kelimeler kullanmak, varlık tabiatına uygun latif kelimeler kullanabilmek maksadım. Bu anlamda en güzel örnekler sufi meclislerinde her anın Rahman’ın kabul ettiği dua anlarından biri olabileceği için gösterilen hassasiyetler sayesinde ortaya çıkmış. Normal diyebileceğimiz kelimelerin bile içlerindeki olumsuz manaları gözeterek onların yerine daha olumlu kelimeleri tercih eden ecdadımıza bugün ayak uydurmak mümkün değil.
Ecdadımız kimseye ateşi söndür, ocağı söndür dememiş. Çünkü o ateşin simgelediği bazı şeyler var. Maneviyat enerjisini simgeleyen bir ateş var mesela. Söndüğü zaman kalplerin mühürlendiği anlamına gelir. Kişinin kulluk vazifesini unutup tamamen nefsani bir hayatın içine doğru kulaç atarak kendisini zorla bir girdabın içinde bulması ve ondan geriye sadece kötülüklerin kalması gibi bir durum söz konusu olur. Bir de ocakta yanan ateş vardır ki bu da aile saadetini simgeliyor. Halk arasında yaygın bir bedduadır “ocağın sönsün” demek. Basit hırslar öfkeler için yapılan bu beddualar kim bilir kaç ailenin dağılmasına kaç yuvanın yıkılmasına kimlerin yetim, öksüz kalmasına sebep olmuştur. Oysa ecdadımız dilin kemiksizliğini gidermek için onu eğitmeye çalışmış ve ona menfi kelime ve cümleleri unutturmak istemiş. “Ateşi söndür”, “ocağı söndür” yerine “Ateşi dinlendir”, “Ocağı dinlendir” şeklinde ifadeler kullanmış. Ateşi yak ifadesini de sevmemiş olacak ki dedelerimiz ateşi güçlendir demişler.
Bazı yörelerde “kapın kapansın” denirse birine o kişinin geleni gideni arayanı soranı kalmaz sevdikleriyle ya arası bozulur ya da onları bir bir kaybeder. Ya da adamcağızın ekmek kapısı kapanır kazancı sıfırlanır. Elinde avucunda bir şey kalmaz, milletin içine çıkacak itibarı da bırakılmaz. Büyüklerimiz evlerinde çocuklarına kapıyı örttürmek istedikleri zaman kapıyı kapat ya da kapıyı ört diye bir hitap kullanmamışlar. Bunların yerine “Kapıyı Kavuştur” demişler. Kapıyı kavuşturmak içinde müthiş bir anlam derinliği taşıyor gibi gözüküyor. Düşünsenize kapılar yüzünüze kapanmıyor kapılar yüzünüze kavuşturuluyor. Burada eşyaya ve nimetlere mükemmel bir saygı var.
Uyku dinlenmemiz ve rahatlamamız için güzel bir nimet aynı zamanda ölümü hatırlamamıza da vesile oluyor. Dervişler uykunun gaflet ve tembelliği de hatırlattığının farkına varmışlar. Haydi uyuyalım demek yerine uzun oturalım sözcüklerini kullanmışlar. Uzun oturmak bir yandan rahatlığı temsil ediyor diğer yandan uyanık olmayı ifade ediyor. Gözler uyur ama kalpler uyumaz Yaratıcıyı zikreder hâli tüm hücrelerine işlemiştir. Onların uykuları da ibadettir bu şekliyle.
Dilimizin güzel kullanımı dini yaşantımızı da bereketlendiriyor. Konuşma güzelliği hâl ve ahlak güzelliğini beraberinde getiriyor. Farkındaysanız toplum hayatındaki kavgaların çoğu ağızdan çıkan sözler neticesinde gerçekleşiyor. Bunlara aklı selim ile müdahale edenimiz maalesef pek az. Herkes elinden geldiğince yangına körükle gidiyor. Oysa sözlerimizi ve en önemlisi dilimizi biraz olsun dinlendirebilsek böyle gazaplı anlarda pek çok sorun daha başlamadan halledilmiş olacak. Dil yarasının kapanmaz bir yara olduğunu şarkılar bile yıllardır söyleye söyleye bıkmadı. Ama insanımız öğütlere kulak asma noktasında maalesef pek gayretli değil ve nesillere aktarım konusunda çaba sarf edenler genelde öteki ya da kötü ilan ediliyorlar. Bugün taşın altına dilimizi koymanın vaktidir. Her şey mutasyona uğramadan yarı İngilizce yarı Türkçe bir hayata tamamen mahkûm edilmeden bu işe gönül vermeliyiz.