Önümüzde uzun uzadıya serilen bir sofra ve herkesin önünde bir kahvaltı tabağı duruyor, başlamak için Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’yi bekliyorduk. Gözlerim kahvaltı tabağına dikilmiş; içindekilere bakıyordum: Zeytin, peynir, bal, küçük bir ekmek... Hemen tabağımın yanında çay içmek için ince belli bir bardak ve içinde çay ile ısınmayı bekleyen “demir” bir çay kaşığı duruyordu. Şaşırdım, önümdeki nimetlere öylesine bakakaldım.
Garipti; çünkü farklı farklı her nimetin yaratılabilmesi için birbirinden farklı DNA şifrelerinin olması hatta tüm bu nimetlerin oluşabilmesi için belirli atomların, düzenli bir şekilde -terzinin bir elbiseyi nakış nakış işlemesi gibi- birleştirilmesi gerekiyordu. Araştırmalardan biliyorduk: “Dünya üzerinde tüm bilim insanları toplansa, bir zeytin tanesini yoktan yaratabilecek ne bilime ne de tüm zeytin atomlarını bir araya getirebilecek bir güce sahip olabileceklerdi!
Ama şimdi tabağımda sadece bir zeytin durmuyor; zeytinler duruyordu. Bu da yetmezmiş gibi yanında peynir, küçük bir ekmek hatta zehirli bir arıdan çoğu hastalığa derman olan tatlı bir bal duruyordu.
En pahalı yerde bile böyle bir kahvaltı tabağının 10 TL tuttuğunu düşündüğümde “Acaba niye hiç kimsenin yaratamadığı bu besinlerden, bir zeytin tanesi bile çok pahalı olması gerekirken, şimdi önümüzdeki tabağa hiç para vermeden, bedavaya sahip olabiliyorduk? Acaba bedava mıydı?” Belki de bizden istenen, sadece bu nimetleri yemeye başlarken “Bismillah” ile zikretmek, kıymeti biçilemeyecek kadar büyük olan bu besinler için “Elhamdulillah” deyip şükretmek ve bu kadar muhteşem sanatla yaratılmış nimetleri düşünüp “Süphanallah” deyip tefekküre dalmaktı.
Henüz Hocaefendi gelmemişti; bir an gözüm, bardağın içinde masum masum bekleyen belki hiç kimsenin değer biçmediği bir nimete takılmıştı: “Demir” çay kaşığına..