Okur-yazar olmayı herkes bilir… Çünkü hayatın en vazgeçilmez vasıflarındandır. Nefes alıp vermek gibi… Fakat “okur-yaşar” olmaya biraz yabancı gibiyiz.
“O ne demekmiş öyle!?” diyenleri duyar gibiyim sanki… Dedim ya yabancıyız diye; öyle işte…
Hayatı okumak, satır aralarına sadrınızla nüfuz ederek…
Beğendiğiniz paragrafların altını çizerek…
Okuyup bitirdiğiniz bir gününüzden, geride bıraktığınız koca bir haftanızdan ne anladığınızın muhakemesini yaparak…
Okunmazsa olmaz hayatlarla çapraz okumalar yaparak… Bu okumalardan beğendiğiniz cümle ve ifadelerden yaptığınız iktibaslarla kendi hayat kitabınızı zenginleştirerek…
Hayatın güzelliklerinden aldığınız tada mukabil, hayatın acı dolu sayfalarını da aynı iştahla sindirerek...
Hayatın size armağanı olan kazık gibi cümleleri önce hazmedip sonra da tecrübe hanenize not ederek…
Velhasıl okurken yaşayarak, yaşarken okuyarak…
Bir editörün yayına hazırladığı kitabı didik didik edişi gibi yaşamak hayat kitabını…
Yoksa bir milyon kazanmak hesabıyla çıktığı yarışmanın ilk sorusunda elenen arkadaş misali, birkaç milyon izleyiciye ibret olmak da var: “Ben çok okumaktan ziyade, yaşamayı tercih ederim…”
Muallim Nâci boşuna dememiş arkadaşım:
Kimse tâyin edemez âlemde
Kendi mâhiyyetini re’yi ile
Münferid vâsıta-yı ru’yet iken
Göremez kendini dîde bile…
Görme organımız olan göz bile, nasıl kendisini göremiyorsa… Kimse yaşadığı hayatın ne istikamette ve neyden ibaret olduğunu kendi kendine bilemez.
Kendi mahiyetini insana gösterecek bir ayna gerek belki… Hakk’ın “Oku!” emri bunun içindir belki de... Hak dostunun “Dinle!” tavsiyesi belki de bundan ötürüdür…
“Genel kültür” seviyesinde bir hayat yaşayasın diye yaratıldığını düşünüyorsan, orasını bilemem tabii…
Peki, hayatı bir kitap editörü hassasiyetiyle yaşamazsan ne olur?
Kendim gibi tanıyıp bildiğim bir editörün başına gelen şu hadise, senin de başına gelebilir:
Gençlik gezileriyle ilgili çalışmalar yapan bir müessese, Türkiye’deki önemli tarihi eserleri tanıtan bir kitap hazırlatmak ister. Yayıncılık çalışmaları yapan bir grubun böyle bir eser hazırlayabileceğini düşünerek bu çalışmayı onlara havale eder.
Grubun bünyesinde yer alan editör arkadaşımı bir heyecandır alır… İş basit bir proje değildir. Bir hayalin, bir rüyanın gerçekleşmesidir onun için…
Fakat şaka gibi bir şart ileri sürülür:
- Çalışmayı mümkünse bir ayda bitirin!
- Efendim? Bir ay mı dediniz?
- Evet, bir ayda bitirin ki, biz de üzerimize düşen işleri zamanında yetiştirelim…
- İşin hangi aşamasını bir ayda bitireceğimizi tam anlayamadık! Kitapta işlenecek tarihi eserlerin tespitini mi bir ayda bitirelim?
- Hayır! Bütün kitabı her şeyiyle tamamlayıp baskıya hazır bir şekilde bir ayda teslim edin, mümkünse! -
…!!!
Editör arkadaşım ve saz arkadaşları, kendilerinden bu işi isteyen kişilerin şaka yapmadığını, aksine son derece ciddi olduklarını anladıklarında, iş de onların üzerine kalmıştır zaten.
Kitap hastalığına yakalanmış bir insana bir ay ömrün kaldı demek gibi bir şey…
Derler ki “Ecdad elli dokuz günde Bizans’ı fethetmiş… Ne yani! Biz bir ayda kitap mı hazırlayamayacağız!”
Şahit olanların hamiyetten gözleri yaşarmış…
Çaresiz sıvarlar paçaları. Hem de dereyi görmeden :)
Tabi bu hesabı yaparken, ecdadın İstanbul’u kaç bin kişiyle elli dokuz günde fethettiği akıllarına gelmemiş…
Onu böylesine heyecanlandıran bu çalışmada, daha önce kendisinden hiç görülmemiş bir performans sergiler zavallı arkadaşım…
Bir ay geçince aradan, her şeye kâdir olan Yaradan, kitabın hayırlısıyla bitmesini de nasîb ü müyesser eylemiş…
Fakat ne pahasına?
Süleymaniye’nin kubbe hatlarını tamamlama uğruna hattat Şemseddin Karahisârî nasıl gözlerini feda ettiyse…
Sultan Selim Hân Mısır’ı aldığında nasıl sevinemeyip de mukabilinde kaybettiği Sinan Paşa’nın matemini tuttuysa…
Kitabı hazırlama işini üstlenen yayıncılık şirketinin patronu da, balatalarını sıyıran editörü için aynı şekilde yas tutmak mecburiyetinde kalmış…
Kitabı tamamlamışlar; velâkin editörün aklına nur değil, dumur inmiş…
Ne mi olmuş?
Kitabı bitirdiği gün teskereyi almış asker gibi sevinen editör, defalarca gözden geçirdiği, okutup okutup tashihler ettirdiği kitabın ozalit baskısını alıp ciltleterek maketini hazırlatmış. Niyeti, maket kitabı işveren kuruma gönderip “Bakın, söz verdiğimiz gibi bir ayda bitirdik” demekmiş sadece…
Ne olduysa o gün olmuş zaten…
Ne olmuşsa hasbelkader olmuş…
Memleketin sayılı büyük film şirketlerinden birinin halkla ilişkiler sorumlusu bir bayan ile görüşmesi gerekmiş editörün. Eserin bazı bölümleriyle dolaylı ilişkileri olması yüzünden, kitap maketini bu şirketin de görmesi gerekiyormuş.
- Kitaba bir de ben bakabilir miyim? demiş halkla ilişkiler sorumlusu hanım…
- Tabii… Buyurun, lütfen…
- Burada işe başlamadan önce ben de editörlük yapmıştım…
- Bakmak isteyeceğinizi düşünerek kitabın maketini yanımda getirdim zaten… Siz inceledikten sonra da kitabı bizden isteyen ajansa göndereceğiz…
Hımmm… Heeee… Mırıltılarıyla kitabı bir müddet inceleyen hanımefendi, müstehzi bir edayla demiş ki:
- Şimdi bu, kitabın son hâli mi oluyor?
- Evet! Tabi ajanstan tashih gelirse onları da gireceğiz…
- Peki neden böyle bir başlık tercih ettiniz? “Bunları bilmiyor muydunuz?”
- A aaa! Öyle mi olmuş? “Bunları Biliyor musunuz?” olması gerekiyordu aslında… Herhâlde o başlık gözden kaçtı!...
Birkaç sayfa daha çeviren genç bayan aynı alaycı tavırla bir başlık daha göstermiş:
- Herhâlde bu da gözünüzden kaçmış! “Bunları bilmiyor muydunuz?” A aaa! Bakın bakın… Bir tane de burada var…
Zavallı editör kardeşim mahcup olup kızaradursun… Fareyle oynayan kedi gibi elindeki kitapla oynayan “editör eskisi” halkla ilişkiler azmanı, tashih niyetiyle başladığı incelemeyi artık bir nevi eğlenceye çevirmiş:
- Hah haa! Bakın ne buldum! Bu sefer ki daha başka: “Bunları bilmiyor musunuz?”
- ….???
- A oooww! Bilin bakalım şimdi ne buldum? “Bunları biliyor muydunuz?”
- ….!!!
- Hani yapılan hatalar başlıkta olunca, hemen insanın gözüne çarpıveriyor :)
- :(
- Ben âcizane, editörlük yapmış biri olarak, size bir dost tavsiyesinde bulunmak isterim! Bu kitabı ajansa göndermeden önce bir kere daha okusanız çok iyi olur!
Film şirketiyle yaptığı görüşme sonunda “dost tavsiyesi”nden başka bir şey alamadan, süklüm püklüm, kırık dökük hayallerinin projesinin başına dönmüş. Bir aydır kabusa dönen rüyasına dalmış tekrar…
Yemelerden içmelerden kesilip, tatlı uykulardan mahrum kaldığı, gezmelerden tozmalardan feragat ederek bitirdiği, son hâli deyip maketini aldığı, hepi topu iki yüz sayfalık kitapta iki yüzden fazla başlıkta hata olduğu kendisine gösterilince…
Bir âyeti kerime gelmiş de hatırına, târ u mâr edivermiş üç kuruşluk aklını:
“Oku bakalım kitabını! Bu gün kendi hesabını (tashihini) kendin göreceksin!” (İsrâ Suresi 14. Âyeti kerîme)
Alt üst olan gönül evinde şu beyitten başka söz bulamamış, hâl-i pür-melâline tercüman olarak:
Nüsha-yı âşüfte-yi dîvân-ı ömrüm sorma hiç!
Hat galat, mânâ galat, imlâ galat, inşâ galat…