Her istediği alınan, sürekli övülen, en özel insan olduğuna inandırmak için uğraştığımız, sürekli kolladığımız, pamuklara sararak büyüttüğümüz bir nesil yetiştiriyoruz. Sadece parayı günah keçisi yapmayalım. Artanlar kadar azalanlar da başımıza dert açıyor
Bayram vesilesi ile yaşları birbirine yakın onlarca çocuk ile görüşme imkanım oldu. Çocukları izlemek, onlarla oynamak ve bu esnada sohbet etmek insana çok şey öğretiyor. En azından onların dünyaya nasıl baktıklarını daha net fark edebiliyorsunuz. Onları ciddiye aldığınızda çocuk da kendini size açıyor.
Dindar kesim denilen zümre, gittikçe daha rahat ve konforlu bir hayat yaşıyor. Zenginleşen insan, kendinin çektiği yokluğu çocukları görmesin istiyor. Aman onlar zorlanmasınlar, istedikleri olsun, yokluk görmesin. Biz çektik, onlar çekmesin görüşündeler.
Boyunca çocukları olan bir anne. Orta yaşlı sayılır. Ancak ilaçla kontrol altına alınmış şekerine rağmen, önündeki baklavaları yemeye devam ediyor ve “gençken, sağlıklıyken yiyecek alacak paramız yoktu, şimdi alacak paramız var ve hiç de sakınamam” diyor. Kocam bana, ben kocama “yiyelim” diyoruz, diyor. Bu yemeyi sadece yiyecekler üzerinden düşünmeyelim. “Parayı yemek” demeyelim hadi, parayı kullanmak da ayrı bir sanat. Ve bu sanatı aç ama sağlıklı beslenme bilgisinden yoksun çocuklar gibi, abur cubur üzerinden icra etmeye çalışıyor fakat ortaya iyi bir ürün çıkaramıyor gibiyiz.
Çocuklar ise ayrı bir alem. Bir tanesi okula başladığı için babası ona söz verdiği tableti almış. İki yaşındakiler bile akıllı telefondan istediği videoyu açabilecek kadar bu aletlere aşina. İstedikleri her şey de alınıyor artık. Doğum günleri, okumaya geçiş, Kur’an’a geçiş vs için özel kutlamalar yapılıyor. Pastası, peçetesi, şişedeki suyu bile özel hazırlanıyor. Hiç fotoğraflardaki çocuklara dikkat ediyor musunuz? Hepsi poz veriyor. El belde, yan durup, hafif boyun eğiyorlar. Kızlar prenses, erkekler paşa. Ve o ilginç gülümseme. Bütün simanın, ruhun tebessümü yok, sadece cisimde kalmış eğreti bir dudak hareketi. Bu çocuklar üniversite sınavı kazandığında yahut evlenirken ailelerinden ne bekler acaba? Onları ne mutlu eder?
Anneler çocuklar büyüdükçe dertlerinin de büyüdüğünü, “baş etmenin” ne kadar zor olduğunu dile getiriyor. Çocuklar basit istekleri bile karşılanmadığında hemen şartlı cümleler kurmaya başlıyorlar. “O zaman ben de istediğini yapmam.” Büyüklerin sözlerine muhalefet, onlardan sürekli istekte bulunma… Bana su getir! Kapıyı kapat!
Şahit olduklarımdan en acı olanı anne-babasının gözlerinin içine bak(a)mayan çocuklar. Siz kimden kaçırırsınız gözlerinizi?
Her istediği alınan, sürekli övülen, en özel insan olduğuna inandırmak için uğraştığımız, sürekli kolladığımız, pamuklara sararak büyüttüğümüz bir nesil yetiştiriyoruz. Sadece parayı günah keçisi yapmayalım. Artanlar kadar azalanlar da başımıza dert açıyor. İman, takva, kanaat gibi… Hırs, heva, heves, gösteriş, “favori” ve “like” butonları işgal ediyor çocuklarımız için kalbimize konan merhameti bile.
Çocuklar çamurdan oyuncak, dal parçasından at, eski bir bebekten dünyalar kurabilecek kanaate, hayal gücüne sahiptir zaten. Varlığı da yokluğu da oyun potasında eritebilir. Çocuk ilgiye, sevgiye muhtaç en çok. Eşya ile somutlaşmayan, zaman-mekan ile belirlenmemiş ilgi, sevgi. “Sana şu kadar saat nasihat ettim, özel hocana şu kadar para ödedim, ayakkabın bile bilmem kaç TL”. Bu cümlelerin neresinde sevgi var? Küçücük bir bebek bile ona sevgiyle bakan gözlerinizi unutmuyor. Annesinin kalp atışını arıyor sakinleşmek için. Babasının kolları arasında güvende hissediyor. Bizim sonradan sahip olup, hızlı hızlı ve göstere göstere tükettiğimiz hiçbir şey, çocukta bir ihtiyacı gidermiyor. Anca dışını kalaylıyor, yaldızlıyor. İçi takır tukur. Ve o boşluk ilk olarak anne-babanın başını ağrıtıyor.