On dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “cüz’î irâde’yi, yâni kulun irâdesini inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Şeyh’in huzur derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını emreder. Ferman yerine getirilerek Şeyh huzur dersine dâvet edilir. Orada kendisine bu mesele sorulduğunda Hazret şöyle cevap verir:
“Ben umûmî mânâda ‘cüz’î irâde’ yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bir kısım insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyânın büyükleri, dâimâ Allah’ın huzurunda olduklarının idrâki içinde yaşadıkları için, cüz’î irâdelerinin de tezâhür imkânı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe aykırı davranmış ve kusur işlemiş olurlar.
Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişâh irâdesine rağmen isteğimize göre kullanmamız mümkün değildir. Burada istediğimizi yapamayız. Yan gelip yatamayız. Bacak bacak üstüne atıp oturamayız. Yüksek sesle bağırıp çağıramayız. Bu ve benzeri hareketleri yapmamıza padişahın huzurunda olmamız engeldir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”
Aldığı cevaptan memnun kalan pâdişah, Şeyh Mu¬ham¬med Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur.
Allâh’ın, her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunun şuur ve idrâkiyle yaşayan ihsân ve murâkabe ehli has kullar, kendi arzuları yerine, her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar...