Ben Çinili Camii’ne gidiyorum. Bir iş adamı arayacaktı ya beni. Söyleyin elemana, oraya gelsin! Camiide bulamazsa beni, yanında Çinili Hamamı var, oraya baksın. Onunla halledilecek bir işimiz vardı ya, keseyi sabunu alsın gelsin. Şartlar değişti şimden gerû heh heh heee…
Koca bir yaz mevsimi acısıyla tatlısıyla geldi geçiyor… Bu yazı yazılmakta, söylenenler anlatılmakta birazcık geç kalındı. Affola…
Müsaade ederseniz sizleri bir iki ay öncesine, mevsimin başlangıcına götüreyim…
Yaz mevsimi bizim şirketin kapı eşiğine bağdaş kuruverince, bütün iş arkadaşlarımız yapılacak eğitim çalışmalarının heyecanına birden kaptırıverdi kendilerini… Arkadaşların cümlesinde hummalı bir hazırlık aldı başını yürüdü…
Yazın yapacağımız çalışmalar için bazı âcil ihtiyaçlar baş gösterdi hâliyle. Başladık kara kara düşünmeye: Bunları şimdi nereden buluruz. Kim bize destek olur, yardım eder?
Aslında ihtiyacımızı karşılayabilecek tanıdık bir iş adamı var ama… Problemimizi pek de güzel bir şekilde çözer… Ama bu iş adamı abimize ulaşmak daha da büyük bir problem! Bu kadar dertten bunalan İdris dedi ki:
- Acaba Muhlis Abi bize referans olur mu? Desek ki: “Abi! Bizim şöyle şöyle bir ihtiyacımız var ve bunu X Abi’ye söylesek bize yardım eder mi?” (Açıklama: Muhlis Abi’miz de büyük bir iş adamıdır ve de referansı anne duası gibi makbuldür.)
- Bir denemekte fayda var, dedim… Ve denedim… Pek de iyi ettim. Çünkü Muhlis Abi “Hay hay! Neden olmasın! X Bey’e söyleriz, büyük bir ihtimalle de kabul eder.” dedi.
Bir sevinç bir sevinç… İki üç gün sonra Muhlis Abi’den bir telefon: “Hocam X Bey yardımcı olmayı kabul etti. Kendisi sizi arayacakmış.” demez mi?
Haydeeee! Bizim iş yeri tavernaya döndü. Âcizâne bütün neşemiz, sürûrumuz lillah! Arkadaşlar sevine dursun, beni aldı bir telaş:
- Amanıın! X Bey beni arayacakmış! Hiii! Şimdi ben ne derim, ne ederim? İki lâfı becerip de kıvıramam ki! Adam koskoca, X Bey! Adıyla sanıyla iş adamı! Telefonda lafı ağzında geveleyip abuk subuk konuşup yedi düvele rezil kepaze olmak da var işin ucunda…
Ben o gün çabucak bir metin hazırlayıp başladım kafamdan provalara:
- Aloo! Buyrun X Bey! Evet, bendeniz Harun Kırkıl! Hı hı evet! Muhlis Bey vasıtasıyla sizden bir ricamız olacaktı. Efendim şimdi biz…
O gün fırsat buldukça bendeniz bu telefon görüşmesini evrâd-ı şerîfe gibi, kıpır kıpır dudaklarla tekrar ettim durdum… Hatta ilk denemelerde heyecandan gözlerim yaşardı, kelimeler boğazımda düğümlendi. Hayâli görüşme esnâsında X Bey’den özür bile diledim.
Bir yandan da kulağım bizim fakirâne Samsung SGH-L670’de. Ha çaldı ha çalacak diye bekliyorum. Bereket versin ki ilk gün aramadı. Yoksa hazırlıksız yakalanacaktım.
İşin kötüsü ikinci gün de aramadı. O gün başladı zaten benim dengem yavaş yavaş bozulmaya… Çünkü zihnimdeki hazırlıklar ha bire devam ediyor:
- Aloo! Buyrun X Bey! Evet, bendeniz Harun Kırkıl!... Telefon mu çalıyor, kılıfından çıkarıp arayanın kim olduğunu görünceye kadar kalp atışlarım çoktan değişmiş oluyor. Bakıyorum, arayan Ali Eymen! Off çekiyorum!:
- Bu X Bey beni ne zaman arayacak?
İdris ile bir mesele görüşürken, elim gayr-ı ihtiyârî telefon kılıfına gidiyor. Zıplıyorum birden yerimden, İdris de zıplayıp soruyor:
- Allah! Harun ne oldu?”
- İdris, cep telefonumun yanımda değil! Ya şu anda X Bey beni arıyorsa! Tüühh! Ayıp oldu vallahi adama yaaa!”
Koşuyorum hemen, bakıyorum, bereket versin ki aramamış… İyi de peki ne zaman arayacak diye başlıyorum yine zağrı zağrı dönüp durmaya. Ama inanın bütün endişem hasbeten lillah…
Ayıtdı ol perî bir gün düşüne girürem bir şeb / Sevincimden nice yıllar geçipdür görmedim uyku diyen dîvâne dîvân şâirine döndüm dostlar. Bunca zamandır bekledim de aramadı, ya içerdeyken ararsa diye tuvalete bile girmelere korkar oldum. Arşimet’e benzemek var işin içinde: Aradı aradııı, şimdi aradı…
İş bu hâle gelince ben de bir takım inkişaflar keşifler falan zuhur etmeye başladı. Behlül Dânâ misâli zevât-ı kirâmın nidâlarını mı duyar oldum ne!:
“Bre Harun yazıklar olsun sana! Şu iş adamıyla görüşmenin verdiği heyecanının öşrü kadarını sen kıldığın namazda hissettin mi? Tüühh sana! Allah cezânı vermeye bre müflis…”
Bir hadîs-i kutsî geldi aklıma: “Ben kulumun kalbine günde yetmiş kere nazar ederim...” Beni günde bir kere bile sarmadı bu tecellînin heyecanı…
Sonra dinlediğim bir menkıbe gözlerimin önünde canlandı:
Habib Baba isminde bir Allah dostu bir Cuma gün hamam gidip yıkanmak istemiş. Hamamcı: Olmaz babalık, demiş. İçerde Sultanımız Dördüncü Murad’ın vezirleri var. Hamam bu gün onlara hizmet veriyor, halka kapalı… Habib Baba rica etmiş: “Bak bu gün Cuma” demiş, “Ben böylece Rabbimin huzuruna varamam, sünnettir, bir gusül abdesti alır hemen çıkarım.” demiş. İnsafa gelmiş hamamcı: “Aman baba, hamamın iyice içine girme! Soğukluk kısmında sıcak su akar, bir kuytuda tezce yıkanıp çıkıver bari! Bak biri görür mörürse beni yaktın bil!” Habib baba dualar ede ede, usuldan içeri girip soyunmaya başlayadursun, yirmilik bir civan da hamamcının karşısına dikilip: “Ağa bize destur! Hamamda yıkanmak dileriz!” demez mi? Karşısındaki selvi gibi delikanlının tebdil-i kıyafetle saraydan çıkan Sultan Murad olduğunu ne bilsin hamamcı ağa. Meğer sultanımız, vüzerânın hamam safâsı edeceğini haber alıp ne hâlde olduklarını bilmek dilemiş.
Ayak diretip olmazlanmış hamamcı. “Sen bilir misin vezir ne demek! Bana ne yaparlar bilir misin?” demiş. Delikanlı yalvarmış yakarmış: “Aman!” demiş, “Bu gün Cuma. Böyle de varılmaz ki Hakk’ın dîvânına! Ruh gibi yıkanır çıkarım kimseler duymaz bilmez, aman ağa medet!” Bakmış ki hamamcı, böyle olmayacak, tanımadığı genç Sultan’a da vermiş izin. Onu da tembihlemiş: “İçeride bir ihtiyar var, fıkara… onun yanında tezden yıkan, çık.”
Genç Sultan da girmiş içeri hemen çekmiş peştemalı, acele acele yıkanırken, bir kulağı da hamamın derûnundan gelen zevk ü sefâ âvazındaymış. Bir yandan soğukta titrer, bir yandan da “Bunun hesabı sorulmaz mı size der!” kızarmış. Habib Baba demiş ki Sultana:
- Gel delikanlı! Öyle şapır şupur yıkanmak olmaz, sırtına bir güzel kese atayım! Sultan da olmaz demeyip oturmuş hak dostunun dizinin dibine güzelce bir kese ile ak pak olmuş.
Sultan Murad: “Allah razı olsun Baba! Sıra ben de!” demiş ve Habib babanın sırtını başlamış keselemeye. Bir yandan da dermiş ki:
“Görüyor musun baba! Bu dünyada sultan Murad’ın Veziri olmak da varmış. Baksana biz kör kuytuda titreye titreye yıkanırken, vezirler içeride hamam safâsı ederler…”
Gevrek gevrek gülmüş Habib Baba, demiş ki:
- Amaaan evlat! Senin ettiğin de lâf mı şimdi? Sultan Murâd dediğin kim ola ki sen onun kapısının kulu, veziri olmaktan dem vuruyorsun? Âlemlerin Sultânı Allâh’a kul ol da hele, bak o zaman ne oluyor sen onu gör! Sultan Murad dediğini ayağına getirir de Allah, böyle böyle sırtını keselettirse şaşma!
Sultan Murâd ne kadar şaşırmıştır kim bilir! Amma ben iyiden iyiye zıvanadan çıktım gayrı. Gittim arkadaşlardan birine bıraktım bizim emektar Samsung SGH-L670’i. Arkadaş dedi ki: “Hayırdır nereye böyle?”
- Hayır mı kaldı bende! Bundan gayrı: Allah bes bâkî heves / Kes gayrıdan ümidi kes… Kardeş ben Çinili Camii’ne gidiyorum. Bir iş adamı arayacaktı ya beni. Söyleyin elemana, oraya gelsin! Camiide bulamazsa beni, yanında Çinili Hamamı var, oraya baksın. Onunla halledilecek bir işimiz vardı ya, keseyi sabunu alsın gelsin. Şartlar değişti şimden gerû heh heh heee…