Bu sefer bu yazma işinde değişik bir dikkat gerektiğini ifade etmeye yönelik bir şeyler söylemeye çalışacağım.
İşe gitmediğim günler sık aldığım bir soru bu: ‘Boş günün mü?’ Bir de ‘Bugün okul tatil mi?’ Bu iki soruyla karşılaşınca rahatsız oluyorum. ‘Bunda rahatsız olacak ne buluyorsun?’ diyebilirsiniz. Ama oluyorum işte. Günümün boş olmasını düşünmek bile istemiyorum. Hadi, tatil kelimesinden niye rahatsız olduğumu açıklamak beni birazcık uğraştırabilir belki ama ‘boş gün’ tamlaması sanırım aslında bu haliyle bile kendisini belli ediyor.
Kimin merkeze alındığı bir soru biçimidir bu ‘bugün boş günün mü?’ sorusu? İşe gidiyor ve çalışıyorsunuz ve işte iken dolu sayılıyorsunuz; işe gitmediğiniz günler ise boş gününüz oluyor. Gün nedense boş oluyor. Boşluk yakıştırılıveriyor size, gününüze... Günümüzün boş olması ile bizim boş olmamız arasında ne alaka var denilebilir. Fakat gününüz sizden ayrı bir varlık kategorisi midir ki? Sizden kopabilir mi gün? Gün boş ise sen de boşsun anlamına gelmez mi bu...
İşle dolup anlam kazanmak sanayi toplumu olmakla başlayan bir durum olsa gerek.
Üretici merkezli bir bakış açısının sonucu... İnsan olarak ancak ürettikçe anlamlısın.
Üretmediğin gün yoksun.
Âtıl kalanlar tatil yapar!
Tatilde atalettesin yani. Atalet; âtıl kalmak. Çalışmayınca âtıl oluyorsun. Nesne gibi bir şeysin yani. İnsana yakışan bir şey midir atalet?! Tamam, hepimiz bir şekilde yer yer atalete düşebiliriz, boş bulunabiliriz. Aylaklık bile edebiliriz ama bu sürekli isteyeceğimiz bir şey değildir. İstenen bir şey olmamalıdır. Tatil adını verdiğimiz duruma tatil denmemesi gerektiğini savunuyorum.
Haddimi aştığım düşünülebilir belki ama bunu kabullenemiyorum.
Şahsen işleri biten biri değilim. Çok yoğunum. Yaptığım işleri seviyorum; sürekli başka önemli işlerim var çünkü benim!
Okumak, yazmak mesela, sonra değerli insanlarla tanışmak ve onları birbirleriyle tanıştırmak. Genç arkadaşlarla ilgilenmek sonra. İstemiyorum boş gün moş gün!.. Kelimelerle uğraşmak, seyahat etmek... Bunlar benim için daha önemli işler. Boş gün diye bir şeyim yok. Düşünsenize ne sıkıcı bir şey boş güne sahip olmak.
Kimi arkadaşların (özellikle 6 gün çalışanların) ‘Neresi sıkıcı imiş’ dediğini duyar gibi oluyorum. Onlar da aslında ‘boş gün’ü savunuyor değiller. Sadece bir gün içerisinde yapacaklarını kendi özgür iradeleri ile seçebilme ve yapabilme imkanını savunuyorlar.
Kullandığın kelimeye dikkat!
Kullandığımız kelimelere dikkat etmemiz gerekiyor. Rast gele gitmez bu hayat! Hayatımızı kelimelerimizden ve eylemlerimizden öreriz. Ördüğümüz bu yapıya dikkat etmeliyiz. Sürekli bir sorumluluk sahibi olmak; kelimelerimize de dikkat etmemizi gerektiriyor.
Yazarken de dikkat!
Yazılı ürün vermek, doğurmak gibi sancılı ve de kaçınılmaz bir eylem değil midir! Yapaylaşmanın –ve de sanallaşmanın- hızla arttığı ve rağbet gördüğü görsel bir dünyaya kanmadan yazıdan vazgeçemeyenlerin yapabileceği bir eylem değil midir ‘yazmak’; manipulasyona gelmeden ve getirmeden ‘söz’ü kayda geçirmek! Tecimenleşmeden ve vicdanına yabancılaşmadan yazmak! Ve en çok da onlara yakışmaz mı ‘yazmak’!
‘Önce söz vardı’ ve ‘Kelam bütünüyle namustur’ amenna! Fakat ‘Söz uçar yazı kalır’ denilerek yazı da işaret edilmiş bilgelerce. Nankörlüğümüz ve unutkanlığımız olmasaydı yazıya gerek kalmayacak kadar ‘sahih’ insanlarla dolu bir dünyada yaşayacaktık belki? Ve yazı sürekli bir ‘hatırlatma’, bir ‘işaret’ olarak duruyor önümüzde. Ne var ki karanlığın taraftarları ve tecimenler onu da kirletmesini; onun da kopyalarını, sanallarını üretmesini becerdiler, beceriyorlar...
Yazı yazan herkes yazar mıdır?!
Yazı yazan herkese yazar demeli miyiz?
Eskilerin ‘eser vermiş’ müelliflerine, muharrirlerine yazar gözü ile bakılır mı idi acaba?
Onları yazar sayabilir miyiz? Mesela Mevlana’yı, mesela Sadreddin Konevi’yi, mesela Ataullah İskenderi’yi, mesela İbn-i Sina’yı…
Birilerine yazar demek modern dönemlere ait bir olgu mudur acaba?
Yazarlık bir meslek midir acaba? Olmalı mıdır? Yazarlarımızın yazarlık dışında bir mesleği olmalı mı olmamalı mı?
Adamın mesleği zaten yazmak ise onu ne kadar ciddiye almalıyız?!
Bir de ‘için yazmak’ meselesi var. Ne için yazıyorsun?!
‘Bir şey için’ olmayan bir yazı mümkün müdür?
Sebepsiz bir yazı…
Tam da yazmanın keşfetmek olduğunu söyleyen yazarlar geliyor aklıma. ‘Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır ve bunu ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz.’ diyor Marguerite Duras.
Kimi yazarlar, sözünü, vicdanına yabancılaşmadan kayda geçirme mücadelesi vermek için; bunun için ‘yaşamak’ bunun için ‘yazmak’ temennisiyle yazıyor.
Çıktıkları bu ‘yol’da yazarın seyr i sülukunu yüzünün akıyla bitirememek de var.
Yazdıklarının hesabını vermek durumunda kaldığında; kendisinden hesap sorulduğunda yazdıklarından geri adım atmayıp söylediklerinde, yazdıklarında durabilen kaç yazar var aramızda?!
Ve hesabını alnının akıyla, sadece verilmesi gerekene vermiş, kaç yazar var aramızda!
‘Sözün ve ‘Nun vel kalem’in sahibi’ niyeti iyi olan yazarları saptırmasın; Onları ‘yapmadığını yazanlar’dan, sözüne yalan katanlardan, üstüne bir de cila atanlardan eylemesin!
Sözü kendimize göre kurmak gerekmiyor mu?! Önce bunun bilincinde olmak gerekmiyor mu?!
Dil meselesi!
Çevremde dil öğrenmeye çalışan tonlarca insan görüyorum. Kurslara gidiliyor, bir dil öğrenilmeye çalışılıyor. Sadece dil kursları mı var memlekette; bilgisayar kursları, ehliyet kursları, Kur’an kursları, kişisel gelişim kursları (seminerleri), dershane adı verilen üniversite hazırlık kursları...
Aslında bu üniversite hazırlık kurslarına ‘üniversite sınavına hazırlık kursları’ deseler daha doğru olacak belki ama denilmiyor işte! Dershanelerin insanları üniversiteye hazırladığını ne kadar söyleyebiliriz ki..
Bilgisayar ve ehliyet kursları ile ilgili pek söyleyecek sözüm yok açıkçası. İnsan bilmediği konu hakkında susmasını becerebilmeli. Ben, bilgisayardan ve arabadan anlamam. Pek inanılası gelmeyecek belki ama ‘Ah şöyle güzel bir arabam olsa’ bile demiş değilim. Araba kullanmayı öğrenmeye kalkışmış da değilim. Bisiklet ve belediye otobüsü işimi görmeye yetiyor ama asıl favorim trendir; trenle seyahatten müthiş hoşlanırım ama şimdiye kadar ‘Ah bir trenim olsa’ demiş de değilim. Aslında, hazır değinmişken desem iyi olacak. Hadi kaçırmayayım; ‘Ah bir trenim olsaydı keşke!!’
Dil öğrenmek isteyen insanlara müthiş bir saygım vardır aslında. Ama bu saygı gerçekten de dil öğrenmeye çalışanlara yönelik bir saygı. Hatta belki biraz hayranlık bile duyduğumu ifade edebilirim. Dil öğrenmeye kalkışmak çok anlamlı bir girişimdir bence ama bir dili maddi menfaat için, makam mevki sahibi olabilmek için yani yalın ifade ile ‘dil biliyor’ desinler diye, bir mesleğe girişte kolaylık sağlasın diye öğrenmeye kalkışılmasından da müthiş rahatsız oluyorum. ‘Dil’e büyük bir saygısızlıktır bu.
Dile hürmet edilmesi gerektiğine inanırım. Dilin düşüncenin evi olduğu görüşüne de, insanın evi olduğu görüşüne de inanırım. Çok inanırım hem de!
Tanpınar ‘Dil, insanlığın kendisidir ve zihin hayatımız onunla vardır’ demiş. İsmet Özel’in de dil üzerine müthiş cümleleri var. İsmet Özel Fransızca, Almanca, İngilizce biliyor ve 5-6 yıl önce de İtalyanca ve İspanyolca öğrendiğini duymuştum. Bu kadar dille muhatap olmuş bir insanın ‘Biz dilin imkanları altındayızdır ve bizi işe koşan –bu iş ne olursa olsun- dildir’ demiş olması anlaşılabilir belki.
Burada yapmaya çalıştığım şey dünyanın bütün dillerinin öğrenilmesi gerektiği, çok dil bilmek gerektiği gibi bir sonuca varmak değil.
Bir şeyin açıkça ve iyice anlaşılmasını dilerim: Bir dili ‘kariyerime bir getirisi olsun diye’ öğrenmeye çalışanlar o dili öğrenememeye mahkumdur!
Bu kadar dil kurslarına rağmen nerede dil bilen insanlar?!
Bir dil ancak yine dille alakalı kaygılara sahip olunabilirse öğrenilebilir. Bunun dışındaki insanlarda bir dil ancak misafir gibi durur. Farsça’da ‘Ben Farsça biliyorum’u şöyle söyleriz:
‘Men zeban-ı farsi beledem’
‘beledem’kelimesine dikkatinizi çekmek istiyorum. İranlılar bilmek kelimesini ‘danisten’ fiili ile ifade ederler ama dil bilmekten bahsedecekleri zaman ‘beleden’ kelimesini kullanırlar.
‘Beled’ bildiğimiz ülke anlamına gelir. Yani adamlar şii mii ama bir dile bir ülke muamelesi yapıyorlar; ‘Farsça ülkesine sahibim’, ‘Türkçe ülkesine sahibim’ demiş oluyorsunuz. İnce bir anlayış bence.
Evet, böyle bir derdiniz, anlayışınız yok ve çok zorladınız, aslî bir kaygınız olmamasına rağmen bir dili öğrendiniz diyelim. İyi de niye?! Değdi mi yani?!
Sende varoluşsal bir karşılığı yoksa niye bu zahmet?!
Kurslara verdiğiniz paralara yazık değil mi? Yoksa hayatınıza yazık olması mı daha yazık..
Eh bu soru kişinin kendisine sorabileceği kolay bir soru değildir..