Büyülü bir olay bekliyoruz. Şöyle gaipten gelen davudi bir ses mesela! Ya da en beleşinden efendimizi rüyamızda görmek istiyoruz. Eşantiyonlara, “bir alana bir bedava”lara, ekstralara, bonuslara çiplere alıştığımız için bedava bir cennet istiyoruz en yeşilinden. Tüm hasadı burada kaldırmak, bütün ödülleri burada toplamak istiyoruz…
Gazetelerin ekonomi sayfaları çoğalıp, kariyer ekleri arttıkça; “kapitalist bir hayat” döne döne gelip ayaklarımızın dibinde yerini aldı. Kimimiz de döne döne gidip bizzat sırnaştık böyle bir hayata.
Para ver eşya al, eşya ver para al.. para ver sevgi al, sevgi ver para al.. Sürekli bir arz-talep döngüsü içinde kuyruğunu yutan yılan gibi pozlar veriyoruz. Gömlek değiştirsek de döngü devam ediyor. Minimum enerji ile maksimum kazanç sağlamak ve istatistiksel grafiklerde hep en yüksek noktaya oturup yayılmak “amaç” olarak gösterilmiş; bu yüzden büyük bir pazarlık içersindeyiz. Serbest pazarlarda sermayemiz olan “değerlerimizi” pazarlamaya devam ediyoruz.
Piyasa dengeleri ile ahlaki dengeler, dengeye gelemeyince, dengesizleşmek de yine bize düşüyor. Gülümsemeyi, merhameti, diğerkâmlığı giderler listesinde alt alta yazmaya devam ediyoruz. Öyle bir sistemin içine girmişiz ki, en ufak reddediş cümlesi sadece “en ufak reddediş cümlesi” olmakla kalıyor. Çünkü size kimse inanmıyor. Bir nevi “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” mısrasının olumsuz sürümünü yaşıyoruz.
— Bak dostum, şu siteye gir, orada güzel müzikler var, istediğini download yap.
— İyi de bu davranış, müziği para kazanmak için yapan adamların emeğine saygısızlık olmaz mı?
— Niye olsun oğlum. Hem herkes indiriyor bilgisayarına.
— Ben indirmem bana ne. Kul hakkına girmeye hiç niyetim yok.
—Demek öyle.
— Evet öyle.
—Peki, o zaman şu kullandığın kırık programlar ne olacak?
— Ne olmuş onlara?
— Onların parasını ödedin mi peki? Bill Gates ruzi mahşerde karşına çıkarsa ne diyeceksin
— ?
Değerlerimiz öyle sihirli değneklerle “pıt” diye kaybolmuyor elbette. Önce yıpranıyor, eskiyor, değişiyor. Nezaket ve görgü kuralları bile satın alınabilen bir metaa dönüşüyor. Para veriyorsunuz bankadaki kadın teşekkür ediyor, para veriyorsunuz eşiniz kibarlaşıyor, para veriyorsunuz dershane hocanız size ilgi ve şefkatle yaklaşıyor. “güler yüzlü personel ve sınırsız hizmet” başlıca slogan oluyor.
Pirince taş, süte su katılırken, babalarımızın kefen paralarına faiz karışıyor. Uluslararası bir tüketim ağında yabancı devletlerle girilen her tepkimede açığa dini değerlerimiz çıkıyor ve buharlaşıyor. Elbise verip, ten satın alıyoruz. Edep verip moda… Böylece her “evraka evraka” diye bağıran adam başımıza yeni bir iş açıyor. Tesettür defilesi icat ediliyor mertlik bozuluyor. Dini ve milli değerlerimiz i “hüüp” diye içine çeken bu kapitalist hayat, suratımıza cinayetleri, bencilliği, ruhsuzluğu kusuyor. Biz de “yarabbi şükür” diyoruz. Eee o kadar da şükretmez kullardan değiliz herhalde :)
Efendimizin hayatını örnek almak bir ütopya haline geliyor ve baş açıp, sakal kesmeye bahaneler uydururken, diğer yandan ha bire iç geçiriyoruz. Aynı bahaneler çemberinde dönüp duruyoruz. Yarın yapıcam, sonra kılıcam, seneye tutucam….
— Kutlu doğum haftası abla.
— Ay ay ay ne güzel güller bunlar
— Bir tane daha verelim o zaman
— Bana değil de şuradaki fakir teyzeye verin isterseniz
— Tabiî ki, hey teyze gül verelim, kutlu doğum haftası ya hani.
— Ben gülü ne yapayım oğlum. Bir kilo peynir verseydin ya peygamberin hatırına.
— ?
Kredi kartı borcumuzu, ev sahibine olan borcumuzu ödemede acele ediyoruz lakin Rabbimizden ödünç aldığımız her yeni günü savruk kahkahalar eşliğinde kullanıp atarken, günde beş vakit açılan tahsilât veznelerine borç ödemeye yanaşmak istemiyoruz. İllaki büyülü bir olay bekliyoruz. Şöyle gaipten gelen davudi bir ses mesela! Ya da en beleşinden efendimizi rüyamızda görmek istiyoruz. Eşantiyonlara, “bir alana bir bedava”lara, ekstralara, bonuslara çiplere alıştığımız için bedava bir cennet istiyoruz en yeşilinden. Tüm hasadı burada kaldırmak, bütün ödülleri burada toplamak istiyoruz… “din gününün sahibinden” şöyle upuzun vadeli ömürler diliyoruz.
— Hem leblebi yiyelim hem gezelim Seda.
— Tamam, ver bakalım biraz.
— Biliyor musun, şu yeşil kazağı almam lazım benim.
— Evet ya süpermiş, sarı ayakkabı ve çanta ile çok harika olur.
— Şimdilik ertelemem lazım alma işini. Kameralı cep telefonu için para biriktiriyorum çünkü.
— İyi de senin telefonun zaten kameralı.
— Olsun yepyeni modeller çıktı şimdi.
— Ben de bi kaç mağazaya uğrayıp güzellik malzemeleri bakıcam.,
— Öhö öhö öhö — Ay kızım ne oluyo. Boğazına mı kaçtı leblebi? Yukarı bak yukarı.
— Sırtıma vur sırtıma hıghh. — İyi misin? — Ah ay ölüyordum az kalsın.
— Neyse ne diyordum Boş bulanın kaptığı, erken görenin aldığı, gözü açık olanın işini yürüttüğü hijyenik zaman dilimlerindeyiz. “sen enayi misin” sorusu soruldukça nezaketi, sağduyuyu, misafirperverliği “enayilik” olarak görmeye başlayabiliyoruz. “neden hep sen alttan alıyorsun”, “ neden hep sen hoşgörülüsün” soruları nefsimizi okşadıkça, şeytana paket paket kınalar yolluyoruz. Oysa eskiden zenginlik de nezaket de altın çağlarını yaşamış bu topraklarda. O zaman vaki olan diyalogları şimdi okuyunca abartı gibi geliyor. Keşke her zaman güzellikler abartılsa ve itina ile paketleyip batıya yüksek fiyata sattığımız nezaket ve görgü kuralları ara sıra semtimize uğrasa. Keşke para bizi böyle paralamasa!
— Ah vapur da geldi işte azizim.
— Rüzgârın gadrine maruz kalmadan binelim beyefendi.
— Menzile varıp hitam bulunca, bir Türk kahvesi eşliğinde dinü devletin bütünlüğünü istişare edelim inşallah.
— İnşallah efendim
— Önce siz buyurun mirim.
— Estağfurullah efendim ne münasebet, siz önce buyurun.
— Mümkünü yok beyefendi, imkânsız sizden önce binemem.
— Eyvallah azizim.
*istemeye devam edin:)