Ayhan Işık
Eyvah Sakarya’m sana mı düştü bu yük? Sana mı düştü bebelerin bezlerini taşımak? Sana mı kaldı molozlar sana mı kaldı araba lastikleri, sana mı kaldı eski ev eşyaları, giysiler, urbalar, fabrikaların yağları...
Çocukluğumun geçtiği, lakabımın “derekuşu” olduğu köyümde dedelerimden dinlediğim eski sel ve su baskınlarının ve bu baskınların tarlalara serpiştirdiği balık hikâyelerinin hiç birini yaşamak mümkün olmadı şunca yıldır. Ya da “eskiden şöyle balık yakalar, böyle kuş yakalardık” diye serzenişlerle de günümüzde karşılaşmak mümkün değil. Günlük hayatımızda balçık (eskiden tertemiz akan sular şimdi bulanık akıyor) akar oldu içimizden dışımızdan. Eğer eskiden şöyle balık yakalayıp böyle kuş vurmamış olsaydık, bugün durum çok daha farklı olur muydu diye düşünmeden alamam kendimi. Acaba farklı olur muydu? En azından biz de ara sıra da olsa balık tutabilirdik belki...
Karaman’da görev yaparken tepedeki bir çeşme başında “Ayhancığım” dedi müdürüm. “Çocukluğumda bu gördüğün bütün alan meşe ormanıydı.” Önümüzde Toroslara kadar uzanan gözün alabildiği bir alandan bahsediyorum. Meşe ormanı. Karaman’da... O zaman içim ürpermişti, korkmuştum insanın yapabileceklerinden. Gözün alabildiğine uzanan bir meşe ormanı 30 – 40 yıl dayanabilmişti. Aklım halen kabul etmez. Nasıl olur...
Köyümün ortasından geçen dereye tuvalet ve hayvan damlarının ayakları, yani katı pisliğin sıvı kısmı salınırdı. Aşikâr. Dereye sınır bütün evlerden. Ben de öyle olmalı zannederdim. Dere olunca pislikler salınmalı en iğrencinden. Köylü olunca dam, toprak olmak zorunda diye düşünürdüm. Dam toprak olmalı... Tuvaletler tahtadan çakılmalı. Üst baş hayvan kokmalı... Yollar çamurlu vıcık vıcık. Yazın toz yapış yapış, evler çeşmesiz... Üst baş perişan ayaklar çorapsız. Böyle olmak zorunda olmadığını çok sonraları öğrendim; ama yaşadığım tecrübelerden, gezip gördüğüm yerlerden değil. Dinimden, örfümden, geleneğimden, tarihimden. Hâlbuki neresi olduğunun hiç bir önemi yok. Sakarya’ya mahsus bir durum da değil sadece. Herhangi bir köye gidin. Türkiye’nin herhangi bir köşesindeki herhangi bir köye, içinden dere geçiyor olsun yeter ki... Hangisi temizdir? Hangi köy içinden geçen dereden, benim köyümdeki manzaradan, 40 yıl önceki yaşantıdan farklı bir yön bulabilirsiniz? Köy olunca kokmak zorunda...
Sakarya’ya geldiğim zaman derekuşu lakabına uygun şekilde önce çevreyi dolaştım bir süre. Ama ilk önce Sakarya. Şiirlerinden bildiğim gerekirse tersine de akâbilen, tarihinin yükünü omuzlamış kahraman su, kutsal nehir. Birkaç kez gittim. Birkaç kez inebildim kenarına kadar. Hep üzdü beni Sakarya. Artık uzaktan seyrediyorum. Çok sokulmam yanına. Bir tabiatsever olarak sokulamam. Küfürbaz eder insanı, asi eder. İsyankâr eder. Ama mahcuptur Sakarya da. Mahcup, utangaç, sessiz, talihsiz, kaderine boyun eğmiş, yükünü omuzlamış taşımaya çalışır. Silkelenmeye, ağırlıklarından kurtulmaya çalışır. Taşınır mı bu yük? Sakarya taşır. Onun kaderi bu. Türk’ün kaderi. Yüzüstü çok sürünen Sakarya’yı bir kere daha yüzüstü bıraktık. Derdi ile dertlenmekten başka elden ne gelir?
Sakarya’mın omuzları dolu. Bu yük başka. Bu yük tarih boyunca taşıdığı yüke benzemiyor. Gururlu değil Sakarya. Utangaç, mahcup. Eyvah Sakarya’m sana mı düştü bu yük? Sana mı düştü bebelerin bezlerini taşımak? Sana mı kaldı molozlar sana mı kaldı araba lastikleri, sana mı kaldı eski ev eşyaları, giysiler, urbalar, fabrikaların yağları, asitleri, hayvan çiftliklerinin mide kaldırmayan artıkları, mezbahaların akıntıları, hayvan leşleri? Bitmez mi çilen. Yetmez mi çektiğin?
İnan Sakarya’m; küssen ve akmasan... Sana darılmam.