
“Evvel Zaman İçinde” göz hakkı ve mahremiyete dikkat edilerek kapalı kaplarla servis yapılır. Onun için farklı masalarda oturanlar birbirlerinin ne yediğini bilmezler… “Ahir Zaman İçinde” ise kimin damak zevki nasıl, kim ne kadar yiyor, gördüğünüz gibi her şey ortada!
Bir varmış, bir yokmuş… İnsanların “Göz hakkı!”diye bir şeyi gözettikleri zamanlarda ademoğlu, herkesin göreceği yerde, bırakın oruç yemeyi, en meşru, en helal lokmalarının bile tadına bakmazmış. Saâdethâne olan evlerden, kârhâne olan dükkanlara gönderilen yemekler bile kapalı kaplarla gönderilirmiş. Adam adama dermiş ki: Bulan var, bulamayan var… İki lokmalık rızkını bile, kabahati gibi gizli saklı yermiş…
O zamanlarda, altı üstü bir lokantaya müşteri olmanın bile bir raconu varmış.
“Semtimizde gayet temiz ve titiz bir lokanta vardı. Ucuz olduğu için, öğrenci olduğumuz halde biz de giderdik. Özcan kardeşle beraber yemeğimizi yedik, bir de çay içelim diye kahveye uğradık. Ağabeylerden biri bizim Özcan’ın kulağına eğilip gülerek bir şeyler söyleyince meraklandım ve sordum. Söylediği şuymuş: “Dudağına iliştirdiğin kürdanı at! Yiyemiyen vardır; bakın görün, biz lokantadan geliyoruz görüntüsü vermenin âlemi yok!” (Ahmet Selim, Zaman. 17. 10. 04)
Mesele yemek değildi aslında... Acıkan bir kişinin karnını doyurması kadar zaruri ve bir o kadar masum bir davranışta bile bir başkasının hissiyatını düşünmek inceliği… Lokanta kadar meşru ve basit bir yerden dönerken bile gidemeyenin hâlini dert edinmek… İnsanlık dedikleri olsa olsa budur.
İnsanlık hakikati unutulduktan sonra “gözün hakkı” mı kalırmış? Bir varmış bir yokmuş hesabı… Evvel zaman geçip güzeran edince, âhir zaman içinde, insanlar yiyeceklerinde ihlâl ettikleri göz hakkını giyecekleriyle de iğfâl eder olmuşlar.
Bu gidişattan rahatsız olan iki gönül ehli arif ve de zarif kişi kafaya kafaya vermişler. Demişler ki,
“Allah bunu bizden sorar mı?”
“Sorar!”
“Peki ne yapacağız?”
“Elimizden ne geliyorsa…”
“Eh o zaman anlayana sivrisinek saz!” deyip, bir restoran açmışlar… Adını da “Bir Varmış Bir Yokmuş” koymuşlar…
Maksat sadece unutulanı göstermekmiş… Görmek istemeyenin gözüne sokmak değilmiş kimsenin maksadı. Anlamak istemeyenin kafasına kafasına nasihati dürtüklemek yokmuş.
Restoranın sahibi Arif ve İrfan Beyler çalışanlara sıkı sıkıya tenbih de bulunmuşlar:
- Evladım! Gelen müşterileri, kıyafetlerine göre ağırlayacaksınız…
- Nasreddin Hoca’nın kürkü misali gibi mi efendim?
- Hay aklınla bin yaşa! Aynen öyle… Herkesi postuna, kürküne göre… Dost ile dost olanı gönül tahtında, postuyla mağrur olanı ayı postunda ağırlayın…
- Ayı postu mu?
- Şaka oğlum şaka… Müşterilerin istediği yiyecekleri, giyeceklerine göre servis edeceksiniz, anladınız mı?
- Arif bey bu da mı şaka? Tam anlayamadık da efendim…
- Şaka değil evladım. Mahremiyet hassasiyetine mümkün mertebe riayet eden müşterilerimizi restoranın “Evvel Zaman İçinde” bölümünde ağırlayacaksınız. Mönüden sipariş verdikleri yemekleri mahremiyet hassasiyetini gözeterek kapalı ve zarif kaplar içinde servis yapacaksınız… Bakın bu bölümde bir hat levhası var, tanıdık bildik bir türkünün bir kıtası, eski Türk harfleriyle yazılmış:
A benim bahtiyarım,
Gönülde tahtı yârim,
Yüzünde göz izi var,
Sana kim baktı yârim.
- Heee… Tamaaam. Peki açık kıyafet giyenleri?!
- Kamusal alanı kumsala çevirin müşterilerimizi de, restoranımızın “Ahir Zaman İçinde” bölümüne buyur edeceksiniz… Onlar da açık büfeden self servis istediklerini yiyebilecekler.
- Peki efendim iki bölüm arasında kalite farkı veya fiyat farkına itiraz eden müşteriler olursa ne diyeceğiz?
- Güzel bir soru sordun. İki bölüm arasında kalite veya fiyat farkı yok! Herkes burada ne yediyse onun hesabını verecek!
- İyi de efendim, bu muâmeleden rahatsız olanlar ne olacak!
- Beğenmezse yârân kızın vermesin denilmiş ya evlâdım…
- Yani… Hizmetimize ve lezzetimize güveniyoruz öyle mi?
- Aynen öyle! Çok rahatsız olduysa, hesabı ödemesin, müessesemizin ikramıdır, dersiniz… Biz burada ne patırtı kütürtü çıkaranlar, kapıyı çarpıp gidenler biliyoruz evlâdım. Aradan iki üç hafta geçince, olan biteni unutmuşuzdur ümidiyle, evden kaçmış çocuk masumiyetiyle dönen ve devamlı müşteri olan kaç kişi var biliyor musun?
“Peki efendim”, diyen restoran çalışanları müşterileri memnun etmeye azami gayretle çalışmaya başlarlar… Birbirinden lezzetli tatlarla karınlarını doyurmak için birbirinden cins insanlar gelir buraya. Kendilerine gösterilmek istenen hakikati kimi görür anlar, kimi görmezden gelir. Görenlerden bazısı rahatsız olur, bazısı memnun… Kimi de anlamazdan gelir, kimi derin derin düşünür… Gülüp geçen olur, sövüp sayan da…
- Bu ne kardeşim?
- Efendim hani Nasreddin Hoca’nın “ye kürküm ye” fıkrası var ya…
- Eeee!?
- Biz de kıyafetinize göre servis hizmeti sunuyoruz…
- Haaa! Ben açık büfe mi oluyorum şimdi? Çok ayıp!
- Biz öyle bir şey demedik ki!...
Sinirlenen hanımefendiyi kocası sakinleştirmek için araya girer:
- Neyse hayatım, garsonla tartışmanın lüzumu yok… Fiyat veya kalite farkı var mı bari!?
- Hayır beyefendi, iki bölüm arasında herhangi bir fark yok!
- Hah hah! Gördün mü bak ne kadar saçma!
- Sadece küçük bir fark var!
- Neymiş o küçük fark? Eminim o da çok saçma bir şeydir…
- “Evvel Zaman İçinde” göz hakkı ve mahremiyete dikkat edilerek kapalı kaplarla servis yapılır. Onun için farklı masalarda oturanlar birbirlerinin ne yediğini bilmezler… “Ahir Zaman İçinde” ise kimin damak zevki nasıl, kim ne kadar yiyor, gördüğünüz gibi her şey ortada! Hatta açık büfe servisimizde, genellikle, birden fazla insan aynı yemeğin tadına bakar.
- Ay sevsinler sizin mahremiyetinizi! Oraya ayet yazmışsınız, bir de Müslüman olacaksınız…
- Hanımefendi orada yazan ayet değildir. Bir türküden esinlenerek yapılmış küçük bir nükte, eski Türk harfleriyle yazılmış sadece:
A benim bahtiyarım,
Gönülde tahtı yârim,
Nerende göz izi yok?
Ulan sen n’aptın yarim!