“Öyle şarklı gibi yerde oturup türkü çalıp söylemek yasak!!!”
(Sinan Çetin’in “Mutlu Ol” kısa filminden)
Metro alt geçidinde yürürken tren seslerini bastıran bir ses, kulağımdan tutup beni kendine çekiyor. Uzaktan olduğu kadar yanında da hoşuma gidiyor kavalın sesi. Kavalı çalan fötür şapkalı amca: “Memleketi çalıyorlar biz de kendi çapımızda kaval çalıyoruz bunu da çalamayacaksak ne çalalım?” diyor. Önce amcanın yüzüne bakıyorum ve amcayı söylediği sözlere pişman edecek kadar tahrik gücü yüksek cümlelerimi kendime saklayarak gülümsüyorum. Sonra tebessümümün amcanın surlarında açtığı gediğe güvenerek “içi boş bir şapkayı binaenaleyh kırk yıl taşımaktansa” Hoca Nasreddin hesabı “göle maya çalmayı” denemesini söylüyorum. Amca bir anda gözlerini yüzüme dikecek oluyor ama ben sahneye şapkasız çıkmış Mazhar Alanson edasıyla terk ediyorum metro alt geçidini. Kuş cıvıltıları arasında ıslık çalmadan ama çaldığımı varsayarak yola koyulmuş gidiyorum.
Yolda tanıdık bir sima karşıma çıkıyor. İran’lı arkadaşım, sırtında keman çantasıyla yaklaşıyor. Birlikte görüşüp halleştikten sonra kemandan sıkıldığını yeni bir şeyler çalmak istediğini söylüyor. Ne çalması gerektiğini de bana soruyor. Herkese aynı cevabı vermek olmaz. Kendisine önce Farid Farjad’dan Shahram Nazeri’den Hayedeh’ten Golpa’dan bahsediyorum. Ki bu saydıklarımın bizzat hayranıdır kendisi. Dostumun birçok vasfı var. Mesela hem dağcı hem kemancı olduğu için kendisine dağdaki kemancı diyoruz. Zaten Everest’in tepesinde keman çalma hayali var ama tellerin donmasından korkuyor. Onu kemandan böylesine caydıran şey tar hakkında okumuş olduğu bir yazı. Yazıda “Tarı genelde müzisyenler bel bölgesinde çalarlar fakat İranlı müzisyenler kalp bölgesinden çalar. Bunun sebebi de gönülden çalmalarıdır” şeklinde ele alınıyor mevzu. O bu yazıdan bahsedince ben de takılmadan edemiyorum: ““Tar” çalmaya başlarsan yeni lakabın hazır, artık sana “Tarzan” diyeceğiz” diyorum. Gülümsüyor.
Yol boyunca iki arkadaş daha bize katılıyor. Boy boy dizilmiş gibi bir halimiz var. Bizi böyle yürürken gören adamın iyi niyetlisi bize “daltonlar” diyebilir. Ya kötü niyetliyse! ” Bremen mızıkacıları” demesi işten bile değil. Muhabbet müzik olunca herkesin konuşacak bir şeyleri vardır. Bizim arkadaşlar da bu konuda maharetli insanlar. Her birinin tıngırdattığı bir şeyler var. Hem yürüyüp hem konuşuyoruz çevremizdeki insanların dikkatini her ne kadar istemesek de çekiyoruz.
Arkadaşlardan birisi gitar çalmaya başlamış, önce belediyenin açtığı gitar kursuna gitmiş. Kursta tek erkek olduğu için sıkılmış ve bırakmış kursu. Şimdi youtube da Öner Yavuz’un videolarından gitar çalmaya çalışıyormuş. Çok verimli olmasa da bir şeyler çalabiliyorum diyor. Gülümsüyoruz.
Konu müzik olunca şikâyetler de bitmiyor. Herkes aynı şeylerden şikayetçi. “Bir zamanlar sadece biz dinliyorduk Erkan Oğur’u şimdi herkes dinliyor”. “Kıraç’ın yalan şarkısının girişini tıngırdatabilen herkes gitarcı sanıyor kendisini.” “Mevlana yılında kimse Mesnevi okumuyor herkes ney çalmaya çalışıyor.”... Bunlar dilimizden düşürmediğimiz cümleler. Aramızdan biri “Orijinal bir şeyler çalmalıyız mesela ne çalabiliriz?”diyor. Öneriler uçuşuyor. Göksel Baktagir gibi kanun çalalım, Cemil Bey gibi tambur çalalım, Derya Türkan gibi kemençe çalalım hiçbir şey yapamazsak gidelim Hüsnü Şenlendirici gibi klarnet çalalım. Baktık olmuyor Fazıl Say gibi çeker gideriz! Gaza gelmiş konuşurken: “Fazıl Say gitti mi ki?” diyor biri. Gülümsüyoruz.
“Abi yapılabilecek en orijinal şeyi yaptılar, arabeskle flamenkoyu birleştirip bütün evlerin önüne boyalı direk diktiler. Daha orijinal ne yapabiliriz?” diyorum. İranlı arkadaşım atılıyor. “Vargan çalalım” diyor. Vargan nedense bana Japonca bir kelime gibi geliyor böyle bir anda duyunca. Ama hatırlıyorum Bulat Gafarov isminde bir müzisyen modern etnik müzik adı altında vargan, dümbek, violin eşliğinde müzik yapıyor. “Vargan çalmak da orijinal değil maalesef” diyorum. Buzukiyi Orhan çalıyor, Santuru biz çalmasak da bütün İran çalıyor; çalacak bir şey kalmadı diyoruz birbirimize bakarak. “Ne çalalım ağbi” sorusu kafamızı kurcalıyor. Sanki her zaman bir şeyler çalıyormuşuz gibi. Gel yarenim “yaren” çalalım diyorum. “Ne yaren mi diyor” içlerinden biri. Evet yaren. Yaren’i Özay Gönlüm çalardı o da 8 yıl önce öldü çalan başkasını bilmiyorum. Önümüze gelen tüm müzik aletleri satan dükkânlara yaren soruyoruz. Hiçbirinde yok tabi. Kaç tane orijinal adam var bizimkiler gibi. Bazen geyik de yapıyoruz. Aynı dükkâna ikişer dakika arayla girip yaren soruyoruz. Adamlar şaka mı bu diyorlar. Biz de gülümsüyoruz.
Dört kafadardan Azeri olanı elimdeki kitabı istiyor veriyorum, bakıyor kitaba. Kitabın adı dikkatini çekiyor. ““Ben sen oğ” böyle bir şarkı yapalım, youtube’ a atalım, öztürkçe olsun sadece Türk müzik aletleri çalarız. Yaren de çalarız ne dersiniz?” diyor “Tabiî ki. Söz: Hüseyin Rahmi Göktaş Müzik: Modern Etno Dörtlüsü Yapımcı Firma: Kızılay Kaldırımları olur” diyorum. Yine gülümsüyoruz.
Öyle böyle derken Orhan Kandemir’in 1917 dükkânının önüne gelmişiz. 1917 bana enteresan bir dükkân olarak gelmiştir hep. İçine koca bir dünyayı sığdırmış Orhan Abi. Kitaplar, dergiler, çalan enteresan müzikler, garip portreler, oyuncaklar, küçük biblolar… 1917’yi görünce aylar önce Kül Öykü gazetesinde yayımlanan Orhan Kandemir’in Kızılay’da siyahî müzisyen Miles Davis ile çektirdiği fotoğraf aklıma geldi. Miles Davis trompet çalardı. Günter Grass’ın da Teneke Trampet diye kitabı vardı. Belli belirsiz gülümsüyorum. Aklımın içinde müthiş bir orkestra var.(Elif Şafak’ın Siyah Süt romandaki küçük kadınlar gibi) Orkestranın neresinde durmalıyım? Zihnimin kemiricileri farklı tellerden çalma inadını sürdürüyor. Beynim uzaktayken arkadaşlar bağlama saz konusunu açmışlar bile. Ahmet Koç’tan Arif Sağ’dan bahsediliyor. İlk olarak Eurovision yarışmasında tanıdığımız ve birçok Yabancı - Türkçe şarkıyı bağlamayla çalarak yeni bir tarz oluşturan Ahmet Koç, son olarak Sinan Çetin’in çektiği “Mutlu Ol Bu Bir Emirdir” kısa filminde oynayarak müziğini diğer sanat alanlarıyla da harmanlamaya başladı. Hani İskender Pala için divan şiirini sevdiren adam deniliyor ya Ahmet Koç da bağlamayı sevdiren adam olarak akıllara kazınmalıdır bence. Bunları söylediğimde bizim arkadaşlar da katılıyorlar söylediklerime. Yıllar önce Selda Bağcan’ın Almanya da binlerce bağlama eşliğinde verdiği konser Guinnes rekorlar kitabına geçmişti. Bizimkiler de böyle marjinallikler peşindeler. Orijinal bir şeyler bulur muyuz bilemiyorum. Bu düşünceler içinde gruptan ayrılıyorum yolum müzikten hiç bahsedilmeyeceğini düşündüğüm bir yere sürüklüyor beni.
Server vakfından içeri giriyorum. Alaaddin Özdenören’in şiiri üzerine Şair Arif Ay bir konferans verecek. Konferans vaktine daha var. Koltuklardan birine geçip oturuyorum elimde not defteri piyanoyu andıran “popüler kültür merkezi” motifleri çiziyorum. Birkaç koltuk arkamda bir yaşlı amca ve bir genç konuşuyorlar.
— Bağlama çalmaya devam mı?
— Arada
— Bu iş süreklilik ister, aşk ister. Neşet Ertaş’a sormuşlar, Orhan Hakalmaz senin çaldığın türkülerden çalıyor beğeniyor musun diye. Neşet Ertaş sanki soruyu bekliyormuşcasına “Orhan Hakalmaz bağlamadan ses çıkartıyor sadece. Ben o türküleri yüreğimin sesiyle çalıyorum” diye cevap veriyor. Neşet’in dediği gibi notaya bakarak çalınmaz notayla ancak ses çıkartılır. Eğer çalmak istiyorsan yürekten, aşkla çal. Havai sebeplerle çalmaya kalkarsan o seni çalmaya başlar!!!
İşte “ne çalalım ağbi?” sorusu amcanın sözlerinde böyle cevap buluyor. Beynimin kemiricileri beyaz bayraklar sallayarak kayboluyorlar. Gülümsüyorum…