İbrahim Refik
“Kuvvetli bir iman ve seciye sahibi, inandığına sonuna kadar sadık, riyasız halis bir Müslüman… Kaba sofuluktan arî salâbet… Edebiyat ve musikiden zevk alır. Hoş sohbet, bulunduğu mecliste meşrebine muarız adamlar olsa da onlara tatlı tatlı konuşur, zarif nüktelerle meclise şetaret verir… Soğukkanlılığını muhafaza eder, hissiyatına mağlup olmaz. El-hâsıl: bir insan-ı kâmil.”
Meşhur müderris, mütercim ve hadis âlimi Ahmed Naim, 1872 yılında Osmanlı’nın eyalet merkezi Bağdat’ta dünyaya gelir. Tahsiline bir zamanların ilim merkezi bu şehirde başlayan Ahmed Naim, Bağdat rüştiyesinin orta kısmını bitirdikten sonra Dersaadet’e gelir. Burada Galatasaray Sultanîsi ve Mülkiye Mektebi’nde okuyup 1894’de başarıyla mezun olur.
İlk memuriyetine Hariciye Nezareti Tercüme Odası’nda başlayan Ahmed Naim, 1911 yılında Maarif Nezareti Yüksek Tedrisat Müdürlüğü’ne getirilir. 1912-1914 yılları arasında Galatasaray Sultanisi’nde ders vermeye başlayan Ahmed Hoca, burada Arapça derslerini okutur. Daha sonra Maarif Nezareti Telif ve Tercüme Odası üyeliğine getirilen Ahmed Naim Tercüme Dairesi bünyesinde kurulan Istılahat-ı İlmiye Encümeni çalışmalarında bulunur. Bu kurum tarafından hazırlanıp yayımlanan Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları adlı kitapların hazırlanmasında büyük emeği geçer. Kurumun çok faal bir üyesi olan Ahmed Naim, birçok felsefi terimin Türkçe karşılıklarını geliştirip komisyona teklif eder. Komisyonun kabul etmediklerini kitap ve makelelerinde ilmî teklif suretinde ileri sürerek kullanır.
Bu görevin ardından Darulfünûn Edebiyat Fakültesi’nde müderrisliğe (profesörlüğe) atanıp ders vermeye başlayan bu çalışkan ilim aşığı, burada felsefe, psikoloji, ahlak, mantık, metafizik (ilmi mabadet, tabia) derslerini okutur. Bir ara bu üniversitenin rektörlüğünü (umum müdürlük) de yürütür.
Profesör Babanzâde, Darülfünûn’un 31 Temmuz 1933’de lağvedilip üniversiteye dönüştürülüşüne kadar buradaki görevini hakkıyla yerine getirir. 1 Ağustos 1933 tarihi itibariyle oluşturulan üniversiteye birçok arkadaşı gibi kendisi de alınmayıp açıkta bırakılır. Böylece bu değerli ilim adamı, yeni dönemde emekli olmak zorunda bırakılır.
TÜRK DİLİNİN İKİNCİ HUNEYN BİN İSHAK’I
Arapçanın yanısıra Farsça ve Fransızcayı da çok iyi bilen Ahmed Naim, eski Mekteb-i Sultanî olan Galatasaray Lisesi’nde okurken Perard ismindeki Fransızca hocasından en yüksek numarayı alarak adı geçen mektebin tarihinde görülmeyen bir başarıya da imza atar.
Batı kültürüyle Şark irfanını şahsında mezceden bu değerli profesör, ünlü Fransız filozoflarından George L. Fonsgrive’in bir eserini “İlmü’n Nefs” adı altında Türkçeye çevirir. Devrin bütün ilim erbabı bu mükemmel tercüme karşısında takdirlerini ve hayranlıklarını bildirmekten kendilerini alamazlar. Naim Hoca bu muazzam çalışmasıyla iki bine yakın felsefî ıstılaha, (terime) karşılık bulmuştur. Hakkında küçük hacimli değerli bir eser yazan kitabiyatçı Muallim Cevdet, Babanzâde’nin bu tercümesinden övgüyle şöyle bahseder:
“Yunan ıstılahlarına Arapça karşılık bulmakta çok isabet gösteren Huneyn bin İshak, Sabit bin Kurre gibi ilk Abbasiler devrinin parlak mütercimleri yanında on bir asır sonra Türk topraklarının yetiştirdiği meşhur riyaziyeci (matematikçi) İshak Hoca’yı zikretmek ne kadar doğruysa, felsefî ıstılahlarda en değerli mütercim olarak Ahmed Naim’i tanımak ve onu Türk dilinde ikinci bir Huneyn olmak üzere kaydetmek son derece isabetlidir.”
BUHARİ-İ ŞERİF İLE ÖZDEŞLEŞEN MUHADDİS
Babanzâde’nin ilmî şahsiyetini ön plana çıkaran diğer bir yönü de dirayetli bir muhaddis oluşudur. 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM’de gerek Kur’an-ı Kerim’in ve gerekse İslamî eserlerin Türkçe’ye tercümesine karar verilince Diyanet Reisi Ahmet Hamdi Aksekili bu işi yürütecek ehil insanları tesbite çalışır. Uzun bir araştırma neticesinde Buhari’nin tercüme vazifesi Babanzâde Ahmed Naim Bey’e tevdi edilir
Ahmed Naim Hoca’nın hadis sahasındaki vukufiyeti, İslam âlimlerinin çoğunun Kuran-ı Kerim’den sonra en önemli kaynak diye nitelendirdiği Sahih-i Buhari’nin Tecrid-i Sarih Tercümesi’nin başına yazdığı mukaddimede ortaya çıkar. 500 sayfalık bu mukaddime, son derece önemli ve oldukça geniş bir hadis usûlü kitabıdır. Mehmet Akif’e göre böyle bir mukaddime Arapçada bile yoktur.
Hadis ilmiyle meşgul olmaya başlar başlamaz bu ilim dururken başka şeyle uğraşmanın yerinde olmadığı söyleyip daha önceki zamanlarına acıyan Babanzâde, bu eşsiz mukaddimeden sonra Tecrid-i Sarih’in iki cildini daha tercüme eder. Ahmed Naim burada, Türk dilini kullanmadaki ustalığının yanında Arapça kelimelerin en uygun karşılığını bulmadaki maharetini de açıkça gösterir.
AKİF VE NAİM: BİR RUH İKİZİ
Babanzâde Ahmed Naim, Mehmet Akif’in “Ashab-ı Kiram”dan sonra en sevdiği zattır. Birbirleriyle Mevlâna ile Şems gibi olan bu iki candan dostun tanışmaları, Âkif’in Baytar Mektebi’ni yeni bitirdiği sıralarda gerçekleşir. Birbirlerini ahlâken ve ilmen mümtaz gören bu iki can dost, birlikte bulunmaktan çok hoşlanırlar; beraberce günlerce otursalar birbirlerine doymazlar. Kırk sene devam eden bu samîmi muhabbet gün geçtikçe daha da kuvvetlenerek devam eder.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Babanzâde’yi: “Kuvvetli bir iman ve seciye sahibi, inandığına sonuna kadar sadık, riyasız halis bir Müslüman… Kaba sofuluktan arî salâbet… Edebiyat ve musikiden zevk alır. Hoş sohbet, bulunduğu mecliste meşrebine muarız adamlar olsa da onlara tatlı tatlı konuşur, zarif nüktelerle meclise şetaret verir… Soğukkanlılığını muhafaza eder, hissiyatına mağlup olmaz. El-hâsıl: bir insan-ı kâmil.” olarak görüp değerlendirir. Yine Akif, bu ahlak âbidesi arkadaşına: “Hamdi ( Elmalılı Hamdi Yazır) ve Naim, bunlar sika’dandır ne derlerse öyledir, sözleri senet teşkil eder.” diyecek kadar güvenmektedir.
Her gün birbirlerine muhtaç olacak kadar seven bu iki dosttan Babanzâde vefat ettiği zaman Akif hüngür hüngür ağlar. “Sanki evim, barkım yıkıldı, ben de altında kaldım” diyecek kadar üzülür. Nitekim Şerif Muhittin Targan’a yazdığı bir mektupta bu duygularını şöyle dile getirir:
“Bizim biçare Naim’in aniden vefatı beni çok sarstı. Hanumanım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım. Bu zavallı Şark öyle kıymetli vücudları bundan sonra çok zor yetiştirir. Bilemiyorum, hükümet hesabına tercüme etmekte olduğu ‘Tecrid-i Buhari’ son bulmuş muydu? İnşallah nakıs kalmamıştır. Çünkü öyle bir tercüme başka hiçbir babayiğidin harcı değil.”
Akif, aradan yıllar geçmesine rağmen kader arkadaşını, aziz dostunu bir türlü unutamaz. Bir gün Eşref Edip’le sohbet ederken derinden bir (ahh!) çekerek şöyle diyecektir:
“Zavallı Naîm, o ne büyük insandı! O ne faziletli adamdı! Ben ki ölümü çok tabiî bulurdum. Bazan çok sevdiğim birisinin ölümünü benden saklarlardı. Yahut yavaş yavaş söylerlerdi. Ben de için için gülerdim. Bundan tabiî bir şey olur mu? Beni hiç anlamıyorlar, böyle bir haber karşısında düşüp bayılacağımı sanıyorlar derdim. Fakat vakta ki Naîm’in ölümünü haber aldım... Nasıl diyeyim. Cihan yıkılmış da ben altında kalmışım zannettim. Bana öyle geldi. Meğer ben, Naîm’i ne kadar severmişim.”
MÜSADEME-İ EFKÂRDAN BARİKAYI HAKİKAT DOĞAR
Ahmed Naim Hoca ile Yahya Kemal’in tanışıklığı o zamanki üniversite yıllarına dayanır. 1915’te o zamanki adı “Darülfünûn” olan üniversiteye birlikte giren bu iki ünlüden Yahya Kemal uzaktan uzağa Ahmed Naim Bey’i takdir eder, eder ama onun kendisine muarız olmasının sebebini bir türlü anlayamaz.
Aradan epey zaman geçtikten sonra Babanzâde Ahmed Naim Bey ile Yahya Kemal, Zeynep Hanım Konağı’nın Edebiyat Fakültesi olan katında birbirlerine tesadüf edip karşılıklı söz düellosuna girişirler.
Darulfünûn’un Türkçü müderrislerinden olan Yahya Kemal, o günlerde Tevhid-i Efkar gazetesinde İstanbul’un ruhanî semtlerinden Eyüb’ün oluşumu hakkında bir yazı kaleme almıştır. Beyatlı yazısında bu tarihî semti “Türk gibi” duyup hissederek “Akşemseddin’in âlem-ı mânâda, Eyyûb’un kabrini keşfedişini, bu keşif yüzünden orduda emsalsiz, şedîd, rûhânî bir vecd hâsıl oluşunu, bu vecdin sevkiyle şehrin fethedilişini, hulâsa, Fetih’ten sonra ilk şehidlerin Eyüb’ün etrafında çevrilen mezarlarıyle, o güzel Ölüm Şehri’mizin türeyişini tesbit etmeye” çalışır.
Ahmed Naim, Yahya Kemal Bey’i görür görmez, “İslamiyet’e sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor” diye söze başlayıp tarihî ve millî hatıraları övmenin insanı ciddi surette yanıltacağını ve hurafelere düşüreceğini ifade eder.
Bu hadiseden 13 yıl sonra 1934 yılında İstanbul’a dönen Yahya Kemal, bu fetih şehrinin manevî havasını koklamak üzere Şeyh Vefa Türbesi’yle Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’ne doğru yola çıktığında Allah karşısına Ahmed Naim Bey’i çıkarır. Babanzâde büyük bir heyecanla kollarını açıp; “Bu tesadüf münasebetiyle Cenabı-ı Hakk’a hamdolsun! Avrupa’da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide birde, ‘Ya Rabbi, bu adamla son bir defa görüşmemi mukadder kıl! Ta ki söylemek istediğim birkaç sözü söyleyebileyim’ diyordum. İşte bu saatte, Allah’ın o lütfunu idrak ettim. Ondan dolayı seviniyorum.” der.
Beyatlı şaşıradursun, Babanzâde devam eder: “Seninle o kadar sene evvel, Darulfünûn’da bir münakaşada bulunmuştum. O münakaşa senelerce benim zihnimi meşgul etti. Son senelerde ise ben İstanbul’un bir çok semtlerini gezmeyi ve oralarda tıpkı senin usulünde, eski mimari eserlerin tarihini araştırmayı alışkanlık edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zamanlar Tevhid-i Efkar’da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum. Büyük bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime, o yazıların bir şiir fantezisi olmayıp hakikaten manevi birer ufuk olduklarına inandım. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o zaman gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem, kusurumu itiraf edeyim diye kendi kendime söz verdim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi.” diyerek, yıllardır içinde ukde olan hatasını itiraf etme erdemini gösterir.
Gerçekten de, insanın kendiyle yüzleşip ilmî enaniyeti bir tarafa bırakarak yanıldığını itiraf edebilmesi çok önemli bir meziyettir. Ahmed Naim Hoca da kendine yakışanı yaparak Yahya Kemal’in ifadesiyle, “müminlere yakışır samimi bir üzüntüyle kusurunun bağışlanmasını dileme büyüklüğünü gösterip” Aziz İstanbul yazarını hayretler içinde bırakır.
ÂLİMİN ÖLÜMÜ ÂLEMİN ÖLÜMÜ
Kıymetli müderrisimiz, âlim ve fâzıl Babanzâde Ahmed Naîm Bey, 1934 yılının 13 Ağustos pazartesi günü altmış iki yaşında iken öğle namazını eda esnasında, kalb sektesinden -Hak olduğuna inandığı yoldan zerre kadar ayrılmamış olarak, Allah’a en yakın olduğu anda- secdede Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Vefatı İslam coğrafyası için büyük kayıp olmuştur.
Koca bir ömrünü ilim ve faziletlerle süsleyerek geçiren bu karakter abidesinin nâşı, küçük bir cemaat tarafından Edirnekapı Kabristanı’na defnedilir. Ahiret yolculuğuna can arkadaşıyla beraber çıkmayı arzu eden Mehmet Akif de, yaklaşık iki yıl sonra vefat ettiğinde vasiyeti gereği Ahmed Naim’in yanına defnedilir. (Bugün çevre yolu geçmesi sebebiyle kabirler Edirnekapı Şehitliği’ne nakledilmiştir.)
Yeri doldurulamayacak bu yüce şahsiyetin vefatı, herkesi olduğu gibi çok yakın bir dostu olan ve kendisinden Fransızca dersi alan Elmalılı Hamdi Yazır’ı da çok sarsar. Büyük müfessir, bu Hak aşığının vefatına şöyle tarih düşürür:
Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdeden gitti
Hüdaya Naîm Ne yazık ki devrin gazeteleri, yeri doldurulması çok zor olan böyle büyük bir âlimin kaybını çok önemsiz habermiş gibi küçük puntolarla verip “Eski Darulfünûn müderrislerinden Babanzâde Ahmed Naim dün vefat etmiştir. Allah rahmet etsin” demekle yetinirler. Evet, âlim ölmüş ama âlemin umurunda olmamıştır. Muallim Cevdet, bu vefasızlığı acı acı şöyle dile getirir:
“... Biz onu Fatih Camii’nden Edirnekapı Mezarlığı’ndaki çukura götürürken sekiz on dostundan başka ilim ocaklarından başka kimse yoktu. Otuz beş yıl hocalık yapmış, birkaç bin talebe yetiştirmiş, Şark felsefesinde tetkikat yapan Garp âlimleriyle her zaman savaşmaya kadir, bir felsefe koleksiyonunu ilk defa olarak bütün bir halde 1900 ilmî ıstılahla Türkçe’ye çevirebilmiş kıymetli bir üstadın böyle bir ihmale lâyık görülmesi yürekleri yaktı.”
Babanzâde Ahmed Naim, bilen, bildiğini vicdanında duyup hayata geçiren gerçek bir âlim idi. Muallim Cevdet’in ifadesiye “Muhammedî yürek sahibi” bu inanmış adam, bir hayat boyu inandıklarını yaşamış, yaşadıkladıklarını anlatmış, anlattıklarının soylu mücadelesini vermiştir. Ardında da örnek alınabilecek güzel bir miras bırakan bu peygamber vârisini rahmet ve minnetle anıyoruz.