
Bizimkiler okumuş çocuklarmış. Tarihe geçen büyüklerimizin, hem de en büyükleri, hepsi mektep, medrese yaptırmış, külliye yaptırmış… Saraylarının bahçesi dururken mekteplerinin bahçesine, camilerinin bir köşesine, ama her hâlükârda ilmin kanatlarıyla örtülü toprağın sînesine defnedilmişler.
Birkaç gündür tatlı bir huzur içindeydi. Ecdâdını neyin büyük yaptığını uzun süren araştırmaları sonunda bulmuştu…
“Bizimkiler” – o öyle derdi – “Nasıl olmuştu da, üç kıtada, dört asır, şanla şerefle hükmünü yürütmüştü. Onların torunları şimdi neden böyleydi? Neden şimdi kendi ülkemizde kendimize bile hükmümüz geçmiyordu.”
Artık diyordu ki: “Ben gezdim dolaştım İstanbul’u… Bizimkiler okumuş çocuklarmış. Tarihe geçen büyüklerimizin, hem de en büyükleri, hepsi mektep, medrese yaptırmış, külliye yaptırmış… Saraylarının bahçesi dururken mekteplerinin bahçesine, camilerinin bir köşesine, ama her hâlükârda ilmin kanatlarıyla örtülü toprağın sînesine defnedilmişler. İşte bizimkiler böyle büyük olmuşlar vesselâm… demişti.
Hatta bu düşüncesine İstanbul’da, kapı gibi değil, dağ gibi deliller, mesnedler de bulmuştu. Süleymâniye Camii ve Külliyesi, Fatih Camii ve Külliyesi, Sultan Ahmed ve Ayasofya Camileri ve Külliyeleri… Bir o kadar da Eyüp Sultan’dakiler… Tafsilâtı zihne melâl verir daha bir sürü misâl…
Şimdi de oturmuş Süleymâniye’de, Cami-i şerifin bânisi Süleyman Hân’ın türbesini alıp karşısına, bu fikir zaferinin sarhoşluğuyla mest, türbeyi süzüyordu… Bilmiyordu bu şekilde kaç dakikadır burada oturduğunu… Yanına gelen bir adam, ayağıyla kendisini dürtüklemese, daha bu vaziyette ne kadar kalırdı Allah bilir. Türbeden ayırıp gözlerini, mücessem bir sütun gibi dimdik duran adama baktı bir iki saniye…
- Bu kaftan da ne? Ya kafasında ki kocaman kavuk… Amanıın! Belinde de bir kılıç var ki, benim yarı boyumdan uzun…
Ayağa zıplamasıyla bir metre geri sıçraması bir olmuştu. Çığlık gibi bir seste korkunun her tonu kendisini ele veriyordu:
- Sen de kimsin bee… Bismillahirrahmânirrahiimm…
- Ben de sana onu soracaktım… Bizans soytarısı kılıklı herif! Bre asıl sen kimsin! Benim türbemin karşısında manda gibi yayılmış ne halt yersin. Fatiha okuyor, Yâsîn-i Şerîf hatmediyor desem… Cık! Tipinde hayır yok! Bre kimsin seeenn.
- Ben Selim! Şey yani… Ben üniversite talebesiyim. Burada bir araştırma yapıyordum... İyi de siz kimsiniz? Yani bu kıyâfetinizle…?!
- Ben ki Sultân-ı salâtîn-i zamân, tâc-bahş-ı hüsrevân-ı cihân zıllullâhi`1-meliki`l-mennân, Akdeniz`in ve Karadeniz`in ve Rumeli`nin ve Anadolu`nun ve Şam ve Halep ve Karaman ve Rûm`un ve vilâyet-i Dulkadriye`nin ve Diyârbekir`in ve Azerbeycân ve Van`ın ve Budin ve Temeşvâr vilâyetlerinin ve Mısır`ın ve Mekke-i Mükerreme`nin ve Medîne-i Münevvere`nin ve Kudüs`ün ve Halilü`r-Rahmânın, külliyen diyâr-ı Arab’ın ve Yemen`in ve Bağdad ve Basra ve Cezâyir vilâyetlerinin ve dahî feth eylediğim nice diyârın sultânı ve Pâdişâh-ı Hazret-i Sultân Bâyezıd oğlu Sultân Selîm Hân oğlu Sultân Süleymân Şâh Hân`ım!"
Şimdi, belki bir daha asla yaşayamayacağı bir ânı yaşadığını anladı Selim. Sevincinden aklını kaçıracaktı âdeta… Kesin olarak bildiği bir şey varsa, bu bir hayâl değildi… Güneşin sıcağına aldırmayıp oturmuş, sermest bir şekilde türbeyi seyrederken herhalde mayışmış, uyuyup kalmıştı. Şimdi de hiç uyanmak istemeyeceği çok güzel bir rüya görüyordu. Hürmetle Sultanın karşısında eğilip:
- Bağışlayın Haşmetli Sultânım, sizi tanıyamadım, affedin, dedi.
- Sus bre mendebur! Ben senin nereden Sultanın oluyorum, diye hiddetle gürledi Sultan. “Talebeyim dedin, anlamadım neyin tâlibisin… Çenenin altında bir tutam sakal, dudağının altında bir tutam tüy… Bıyık dersen hak getire… Kulağında avrat misâli bir küpe! Bu kılık kıyafet ne öyle? Altındaki daracık elbiseyi biz iç donu diye giymeyiz. Bre mintanına resm olunan o sûretler de günahtır ha bilesin! Benim külliyemin harîminde neyi ararsın? Belli ki belânı ararsın! Frenk câsûsu musun, nesin seenn?”
Eyvah dedi Selim… Gel de anlat şimdi altındaki dapdar kotun, pantolon olduğunu, üzerindeki, insan sûreti resm olunan mintana da tişört dendiğini… Gel de anlat Kânûnîye, top sakalınla ve dudağının altında uzattığın moda tüylerle ve dahî buzağı yalamış gibi duran briyantinli saçlarınla, kendinin Müslüman Türk evlâdı olduğunu… Gel de ispatla… Kânûnî Sultan Süleyman nizam topu gibi yeniden gürleyiverdi:
- Yoksa seenn… Peygamber-i Zîşân Efendimizin işaret buyurduğu Yecüc Mecüc fitnesi misin? Hayda bree! deyip sıyırıverdi kılıcını kınından…
Korkudan tir tir titriyordu şimdi. Ama, ölmekten değildi korkusu… Hepsi topu topu bir rüya değil miydi ya… Fakat bu güzelim rüya, bir kâbusa dönsün revâ mıydı? Her kâbusta olduğu gibi yine sesi kısılıverir, merâmını bir türlü anlatamazdı şimdi…
Bereket versin sesi kısılmadı da, sultanın huzurunda diz çöküp ecel terleri döke döke derdini anlatabildi… 2008 yılında yaşıyordu. Elhamdülillah müslümandı, aşk ile getirdiği kelime-i şehâdetle ispatladı. Bu vatanın evladıydı. Kendi zamanında insanlar böyle giyinirdi. Tabi biraz daha efendice giyinenler de vardı ama; onun tarzı buydu. Buraya bir şeyi bulmak için zaman zaman gelirdi. “Benim ecdâdımı büyük yapan neydi? Biz şimdi neden böyle silik insanlar olup gittik?” bunun cevabını arıyordu ve bulmuştu.
Selim’in anlattıklarını pek mânidar bir tebessümle dinleyen Sultan, karşısındaki âhir zaman veledinin samimiyetine inanmıştı:
- Bak seenn! dedi Sultan. Bizi büyük yapan şey neymiş? Bir de senden dinleyelim!
Selim başladı heyecanla anlatmaya:
(Devam Edecek...)