İbrahim Refik
Hasan Basri Çantay... Yokluklar ve imkânsızlıklar içinde kendini yetiştirmiş bir münevver... Sarsılmaz bir iman, azim, dirayet ve sebatıyla örnek bir mücahit... İdealist bir gençliğin yetişmesi için yıllarını veren girişimci bir eğitim öncüsü... Halka, gerektiğinde kalemi, gerektiğinde silahı ile öncülük eden ateşin bir gazeteci... Yaptığı ilmî çalışmalarla kendini milletine adayıp onların gönlünde taht kuran tevazu abidesi bir âlim... Milli Mücadele şuurunu ateşleyen isimsiz bir kahraman...
Çantayzâdeler adıyla tanınan köklü bir Türk ailesinin bu medar-ı iftiharı, 18 Kasım 1887 tarihinde Balıkesir`de dünyaya gelir. Babası Halil Cenabî Efendi, bu güzel yavruya hicri takvim hesabına göre tarih düşürerek Basri adını verir. Ve zamanın geleneğine uyarak da başına bir Hasan ekler.
İbtida-i Kebir denilen ilkokulu bitirdikten sonra Balıkesir İdadisi`ne kaydolan Hasan Basri, İdadi`nin dördüncü sınıfında iken babasını kaybeder ve çaresiz tahsilini yarıda bırakmak zorunda kalır. Çünkü 1897 depreminde aile büyük zarar görmüş ve babası oturdukları evi dahi satmak zorunda kalmıştır. Annesi ve dört kardeşi ile bir kira evine sığınan aileye bakıp evin geçimini sağlamanın yükü Hasan Basri`nin cılız omuzlarına biner.
Balıkesir Mutasarrıfı Ömer Ali Bey, ondaki yeteneği fark ederek seksen kuruş maaşla Nafia (Bayındırlık) dairesinde görevlendirir. Böylece Hasan Basri ilk resmi görevini almış olur. Bu görevle hayat yükü biraz hafifleyen ilim aşığı, yarım kalan tahsilini tamamlamak için muazzam bir gayret sarf eder; bir taraftan edebiyat, hukuk ve felsefe okurken diğer yandan da tercüme yapabilecek kadar Arapçasını ilerletir.
1908`de İkinci Meşrutiyet`in ilan edilmesi Hasan Basri Bey`in hayatında bir bakıma dönüm noktası olur. Bu yıllarda basın hayatına adımını atan Çantay, Nasihat adlı ilk gazetesini çıkarır. Yazdığı ilmi, edebi, ictimai ve hukuki yazılar ile çevresinde geniş yankı uyandırır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, gazetelerin sansür edilip kimsenin sesinin çıkmadığı bu karanlık günlerde Balıkesir`den gür bir ses yankılanır. Hasan Basri Bey, birçok dostunun “Sen mi dünyayı düzelteceksin, başına iş alacaksın, yapma” demesine rağmen 17 Ekim 1918`de “Ses” gazetesiyle sesini duyurur. Gazetenin yayına başlamasından kısa bir süre sonra Mondros Mütarekesi imzalanır ve Anadolu’nun birçok yeri yabancılar tarafından işgal edilir. Devlet otoritesi kalmayınca da azınlıklar işi azıya alır, her tarafta eşkıyalar türeyip harp vurguncuları milletin kanını emmeye başlar.
Gazetenin başında, Basri Bey’in can dostu Mehmet Akif`in özel olarak yazıp gönderdiği şu mânâlı dörtlük vardır:
Düşman sesi duymak istemezsen
Kardeş sesidir uyan bu sesten!
Kalkınca görür ki sabah olmuş
Vaktiyle uyanmayan bu sesten..
Balıkesir`den yükselen bu ses, gerçekten zulüm ve haksızlıkları haykıran bir sestir. Zaman olur, Türk`e hakaret yağdıran istilacılara karşı milletin hakkını savunur. Yerine göre memleketin nimetleriyle beslenip düşmanla işbirliği yapan hainlerle mücadele eder. Yine yeri geldiğinde, asker kaçağı eşkiyaları, savaş kargaşasında kasasını doldurmaya çalışan arsız asalakları yerden yere vurur. Mütareke yıllarında ise çevrenin bu en korkusuz sesi, halkta milli şuurun uyarılmasına yönelik büyük hizmetler eder.
Bu arada Basri Bey`in doğruları haykıran keskin kaleminden menfaati zedelenenler hükümete şikâyette bulunup hakkında jurnal verirler. Çok geçmeden Damat Ferit hükümetinden, gazetesinin kapatılıp kendisinin tutuklanarak İstanbul`a gönderilmesine dair emir gelir.
Hasan Basri Bey için zorlu günler başlar. O artık kendi memleketinde bir kaçaktır. Bu ateşli gazeteci aylar boyunca Ege`nin köy ve kasabalarında oradan oraya sürüklenerek çok zor günler geçirir.
Bu arada tarihler 15 Mayıs 1919 gösterdiğinde Yunanlıların İzmir’i işgal ettikleri haberi ortalığa bomba gibi düşer. Basri Bey, vakit geçirmeden bir grup arkadaşıyla gizlice toplanır ve hürriyet mücadelesini başlatmaya karar verirler. O, yaptıkları görev paylaşımı gereği Kepsut ve Dursunbey taraflarına gidecek; orada milli mücadele ışığını yakacaktır.
Bu şuurla yola çıkan Hasan Basri, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak her gittiği yerde halka hitap edip, “Vatan ve din ayrılmaz bir bütündür. Vatan giderse din gider, din giderse vatan gider” diye haykırarak milli birlik şuurunu dinç tutmaya çalışır. Gerçekten de bu ihlaslı çabalar çok geçmeden meyvesini verir ve dağlarda başıboş dolaşan birçok çeteci milli mücadele fikri etrafında kenetlenir. Ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde birbiri ardına yapılan diriliş toplantılarıyla milli mücadelenin fikir planında temeli atılır. Artık bunu silahlı mücadele takip edecektir.
Gönlü vatan aşkıyla yanıp tutuşan bu mücahit, Anadolu’nun dört bir yanında özgürlük meşaleleri parlamaya başlarken elbette böyle kaçak vaziyette yaşamayı kabullenemezdi. O, bütün sorumluluğu yüklenip başına gelecekleri göze alarak, bir anda yalın kılıç Balıkesir’de ortaya çıkar. Hasan Basri Bey, belinde silah, üzerinde çete kıyafeti ve etrafında adamlarıyla çıkıp geldiğinde şehirden kaçma sırası İngiliz mümessile gelmiştir.
KARA GÜN DOSTLUĞU
Bir macera romanı sürükleyiciliğindeki bu hadiselerden sonra Hasan Basri Çantay’ı, Birinci TBMM’de Karesi (Balıkesir) milletvekili olarak Ankara’da görürüz. Bu bozkır şehrinde, Meclis’e Burdur milletvekili olarak giren Mehmet Akif ile buluşup hasret gideren iki eski dost, bir ev kiralayıp birlikte kalırlar. Meclis’te de yan yana oturup mücadelelerini birlikte sürdürürler.
Meclis’in açılışıyla muhabbetlerini perçinleme imkânı bulan iki samimi insanın dostluğu herhangi bir çıkar kaygısından uzak, samimi, güçlü ve kalıcı bir dostluktur. Balkan Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na kadar birbiri ardına patlak veren savaşlar zincirinin zor ve acılı günlerinde güçlenen bu dostluk kelimenin tam anlamıyla bir kara gün dostluğudur. Basri Bey, milletin ümitsizlik girdabında bunaldığı o kara günleri “Akifname”de şöyle dile getirir:
“...Burada acı bir hatıramı yazacağım. Sakarya Muharebeleri`nin en kara günlerinde idi. Biri dedi ki:
-Sen hâlâ zafer mi bekliyorsun? Asırlar var, biz onu görmedik! Giriştiğimiz her savaş bizi mutlaka mağlup çıkarmıştır. Ankara`da topladığınız bir avuç kuvvetle mi düşmanı yeneceksiniz? İşte muhacirler! Ellerinden kaçan o güzel yurtlarını sayıklaya sayıklaya ölüp gidiyorlar. Hangisi yurduna vuslat ve memleketini istirdad devletine kavuşmuştur?
Düşündüm: Ben de muhacirdim! Ben de yeşil memleketimden kovulmuştum. İçim burkuldu, boğazıma -ur gibi- bir acı düğüm tıkandı. Ağlayamıyordum. O bedbaht ve meyus adama dedim ki:
-Bu savaş müstesna bir istiklal savaşıdır ki asırların simsiyah tarihini tekzip edecektir.
O sırada Akif geldi. Anlattım; o zata şu cevabı verdi:
-Arkadaş, burası Ankara`dır! İşi millet kendi eline aldı, korkma! Bu sefer Yunan`la dövüşen Türk`ün öz imanıdır. İman mağlup edilemez!”
Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nın ilk kelimesinde olduğu gibi “korkma”mayı öğütlese de gerçekten korkulacak günlerdir. Çünkü Yunan ordularının Eskişehir’i alarak Polatlı’ya doğru ilerleyip Ankara’ya ulaşmasına ramak kalmıştır. Bu panik içinde Meclis’in Kayseri’ye taşınması düşünülüp, konuyla ilgili olarak önergeler verilir. Ölüm kalım savaşıın verildiği böylesine tehlikeli günlerde aralarında on dokuz din âliminin bulunduğu otuz dört milletvekili tarihî bir karar alırlar. Bu kahramanlar verdikleri önergede; T.B.M. Meclisi’nin eşiğinde ölür; ancak binadan diri çıkarak bir adım geri gitmeyiz, demektedirler. Millî Mücâdele şuurunun ölümsüz bir belgesi olan bu önerge Basri Bey’in kaleminden çıkar.
İSTİKLAL MADALYALI EĞİTİMCİ
Bu arada zaman bir ırmak misali akadursun, Yunanlılar denize dökülür, işgalciler teker teker çekilir ve kurtuluş gerçekleşir. Bunu Birinci Meclis`in kendi kendini feshetmesi, İkinci Meclis’in kurulup cumhuriyetin ilanı takip eder.
Türkiye’de yeni bir dönemin başlamasıyla birlikte Hasan Basri Bey, göğsündeki kırmızı şeritli İstiklal Madalyası`yla memleketi Balıkesir`in yolunu tutar. Burada yeniden gazeteciliğe başlayan Çantay, önce kendi çıkardığı Zafer-i Milli`de, daha sonraları da Türk Dili`nde hayli kıymetli yazılar kaleme alır. Bu yazılarında kazanılan hürriyet ve istiklalin son derece kıymetli olduğunu, değerinin bilinerek korunması gerektiği izah eder. Bunun yanı sıra gençlere hitap ederek sıranın artık kalkınmaya geldiğini; bunu sağlayabilmek için de yeni neslin idealist olması gerektiğini öğütler.
Milli Mücadele sonrası herkesin elbirliği yapması gereken şeyin, savaşı harabeye döndürdüğü ülkenin yaralarını sarıp imar etmek olduğunu savunan Hasan Basri Bey, bu uğurda pek çok hizmete önayak olur.
Kurduğu, Şehit Çocukları Yuvası’nda, Kurtuluş Savaşı sırasında şehit olanların geride bıraktığı yetimlerine kol kanat gerip, onları hayata hazırlayarak memlekete hizmet edecek insanlar olarak yetişmelerini sağlar. Hasan Basri Bey`in müdürlüğünü yaptığı bu okul, halk desteğiyle kurulmuş ilk eğitim kuruluşu olmaktan başka, kalkınmada görev alacak gençleri yetiştirme hedefi açısından milli eğitim tarihimizde şerefli yerini almıştır. Basri Hoca, burada Akif’in “Asım”ı gibi idealist bir gençlik mayalamaya çalışır.
Balıkesir’in bu sevimli siması, yaptığı onca işin arasında, Türkçe bilgisinin üst düzeyde oluşu nedeniyle Soyadı Kanunu`nun kabulünden sonra başvuru mercii haline gelir. Alınacak soyadlarının Türkçe olup olmadığı kendisine sorulur, eğer Basri Bey “Türkçedir” diye belge verirse istedikleri soyadını alabilirler. Bununla ilgili, hem Hasan Basri Bey’in hazırcevaplığını, ince zekâsını, latîfeciliğini, hem de bir devrin tutumunu aksettiren ilginç hadisler yaşanır.
Bir keresinde aile adı “Bilal” olan bir şahıs, bu ismi soyadı olarak almak ister. Ne var ki nüfus memuru “Bilal” sözcüğünün Arapça olduğu gerekçesiyle o kişinin arzusunu yerine getirmez. Adam dedelerinden gelen bu lakabı soyadı olarak almak için ne kadar ısrar ettiyse de memur bir türlü bu işe yanaşmaz. Nihayet adama “Hasan Basri Bey’den kelimenin Türkçe olduğuna dair bir kâğıt getirdiği takdirde” arzusunu kabul edeceğini söyler. Bunun üzerine adam soluğu Hasan Basri Bey’in yanında alır ve durumu yana yakıla anlatır. Basri Hoca pratik zekasıyla probleme hemen bir çözüm üretir ve kelimenin “bil” ve “al” sözcüklerinin birleşmesiyle meydana gelmiş Türkçe kelime olduğuna dair bir kâğıt yazıp adamın eline tutuşturur.
Bunu duyan bir başkası, daha önce “saraç” soyadı almak isteği aynı gerekçeyle geri çevrildiğinden hemen Çantay’a müracaat edip “saraç” sözcüğünün Türkçe olduğuna dair bir kâğıt ister. Çantay, bu sözcüğün Arapça kökenli olduğunu bilmekle birlikte adamın işinin görmek için onun da “sar” ve “aç” olarak iki Türkçe sözcükten oluştuğu yolunda görüş bildirerek işini görür.
Hasan Basri Bey, yaşı oldukça ilerlemesine rağmen, böylesi yoğun bir çalışma temposundan hız kesmeyince oldukça yorulup yıpranır. Zihin yorgunluğu hastalığına yakalanan bu hizmet eri, mecburen emekli olmak zorunda kalır. Emekliliğinin ardından kendini tamamen ilmî çalışmalara veren Basri Bey, yazılarına bir süre ara vermek durumunda kalırsa da, yurdun değişik yörelerinde yayınlanan gazete ve dergilerde yazılar yazmaya devam eder. Bu tutumunu hastalığı dışında ölümüne kadar sürdürür.
Helal süt emmiş bu alnı açık adam, hayatı boyunca kimseye minnet etmeden ekmeğini tuza basıp yiyerek hep tevazu yörüngeli yaşamasını bilmiştir. Hiçbir zaman dünya adamı olmamış, dünya nimetlerine fazla önem vermemiştir. Gönül zengini bu muhterem insan, yazılarından telif ücreti almamış, mealinin gelirine el sürmeyip olduğu gibi adına yaptırdığı camiye harcamıştır.
Övülmekten hoşlanmayan Hasan Basri Hoca, yaptığı nasihatten dolayı ağlayan Ömer Kirazoğlu’na, “Oğlum keşke benim bu kadar ilmim olacağına, senin kadar imanım olsaydı...” diyebilecek kadar da kendini aşmış biridir.
Memleketi Balıkesir’e olan sevgisini, “Uzak-yakın tarihe bakınız; Balıkesir’den devlet, millet haini çıkmamıştır.” diyerek açıklayan Hasan Basri Bey, bu güzel belde için yaptığı Milli Mücadele çalışmalarını engin tevazusundan dolayı anlatmamayı yeğlemiştir. Nitekim tarihçi Cemal Kutay`ın “Milli Mücadele`de nasıl böyle ilk devletleşen belde olabildiniz?” sorusunu, “Tefahüre (övünmeye) vesile aramadık, vazifemizi yapmaya çalıştık!” diyerek geçiştirecektir.
Hasan Basri, “Milli Şef” döneminden sonra Demokrat Parti’nin başa geçmesiyle biten bu tek partili baskı döneminin ardından İslam dininin yayınlar ve diğer vasıtalarla öğretilmesine dönük faaliyetlere katılır. Onun çalışmaları eser telif etmek, talebe yetiştirmek, yol göstermek ve irşat sohbetleri şeklinde olur. Mesela, Balıkesir`de evine komşu olan ve beş yabancı dil bilen Olgart isimli Hıristiyan bir veterinerle üç gün boyunca yaptığı sohbet, Olgart’ın kelime-i şehadet getirerek müslüman olmasıyla hitama ermiştir. Aynı şekilde o sohbetlerden feyizlenenlerden biri de Esad Adil Bey’dir. Türkiye Sosyalist Partisi’nin ilk kurucularından olan Müstecabizâde Esad Adil Bey, Hasan Basri Bey’in hocalarından birinin oğludur. Bu yakınlık sebebiyle, zaman zaman onu ziyarete gelir.
Basri Hoca, Esad Adil Bey’le her görüşmelerinde ona, “aradıkları adaletin bütün zararlarından arınmış olarak en faydalı yönleriyle İslam’da bulunduğunu misal ve detaylarıyla anlatır. İslam’ı tetkik etmesini tavsiye eder.” Esad Adil Bey’in önceleri kafası allak bullak olur, fakat sonunda ikna olmuş olarak Hoca’nın yanından ayrılır. Yeşilay eski Başkanlarından Selahaddin Kaptanağası, Adil Bey’in son nefesini “Allah” diyerek verdiğini ifade etmektedir.
TASAVVUF ÇEŞMESİNE YÖNELİŞ
Önceleri tasavvufa karşı kayıtsız biri olan Basri Bey, daha sonraları tanıştığı tasavvuf erenlerinden feyizlenerek İslam tasavvufunun ruhu olgunlaştıran terbiyesinden geniş ölçüde nasibini alır. Aslında o Abdulkadir Geylânî Hazretleri’ni, ona kendini manen bağlı hissedecek kadar çok sevmektedir. Bu sevgisini bir keresinde şöyle anlatır:
“Gençliğimde Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin ruhu için çok Kur’an okur, sevabını ruhuna bağışlardım. Bir gün yatakta uzanmış yatıyordum. Kapı açıldı. İçeri elinde bir güğümle Abdulkadir Geylânî girdi. Bana,
-Aç ağzını dedi. Toparlanmaya vakit bulamadan dediğini yaparak ağzımı açtım. Yattığım halde elindeki güğümden ağzıma süt dökmeye başladı. Ben de o döktükçe içiyor, bir türlü kanmak bilmiyordum. Bu ara eşim geldi. Benim gördüğümü görmediği için boğazımdan çıkan acayip eserlerden şüphelenmiş. Hafif bir sesle sordu:
-Ne yapıyorsun?
-Süt içiyorum.
-Ne sütü?
-Şey... Öyle söyleyivermişim. Merak etmeyin, bir şey yok...
Ankara’da iken Mustafa Taki Efendi’ye bağlanmakla başlayan tasavvufi hayatı, Balıkesir’de Abdülaziz Mecdi Efendi’yle devam eden Basri Bey, bu bereketli nehirden oldukça nasiplenmiş, ruhî olgunluk yolunda epey mesafe katetmiştir. Şu hadise, onun maneviyatı hayli güçlü kâmil bir Allah dostu olduğunu gösteren örneklerden sadece biridir.
Güzel gönül sahibi biri hacca gittiğinde Medîne’de abdest alırken yanına yaklaşan tanımadığı biri, nereden geldiğini sorar. O da İstanbul’dan geldiğini söyleyince tanımadığı bu adam:
-Hasan Basri Hoca’yı tanır mısın? der. “Evet” cevabını alınca da şöyle devam eder:
-Döndüğünde selam söyle ve onu benim için sarıl, öp!
Adam, başka bir şey konuşulmasına vakit bırakmaksızın da ortadan kaybolur. İstanbullu zat bir müddet sonra hacdan döner. Bir gün Fatih Camii şadırvanında abdest almakta iken kapıdan Basri Hoca görünür. Adam, kolları sıvalı vaziyette hocaya doğru yönelir, fakat öylece kalakalır. Çünkü emanet edilen selamla birlikte onu sarılıp öpmek de vardır. Hoca ile gözgöze gelirler. O da durup beklemeye başlar. Bir süre böyle durduktan sonra mütebessim bir eda ile eliyle yaklaşmasını işaret eder. Yanına yaklaşınca da,
-Hadi bakalım, ne duruyorsun, sarıl da öp der. Adamcağız şaşkın vaziyette emre uyar. Üzerindeki selâm emanetini de böylece tebliğ etmiş olur.”
Hasan Basri Hoca’nın en belirgin özelliklerinden biri de, yanık bir Peygamber aşığı olmasıdır. Her Allah dostu gibi Basri Bey’in de, kainatın İftihar Tablosu’na (sav) muazzam bir sevgisi vardır. O, yüreğinin derinliğindeki bu aşkı bir yerde şöyle dile getirir:
“Hz. Peygamber (sav)’e sonsuz hürmetim, sevgi ve muhabbetim vardı. Onun soyundan gelmiş olmayı dünyalara değişmezdim. Sık sık bu duygumu dile getirir, ‘Ya Rabbi! Ne olurdu, beni onun soyundan dünyaya getirseydin. Ona daha yakın olurdum!’ diyerek hasretimi niyaz cümlelerine katar; Rabbime yalvarırdım.
Bir kurban bayramı günü kurbanları kestim. Tam işimi bitirmiş yukarı çıkacaktım ki bahçe kapısı çalındı. Açtım. Baktım, tanımadığım biri. Selâm verdi. İçeri buyur ettim. Bahçeye girdi, kameriyeye oturdu. ‘Nereden gelip nereye gidersiniz? Açsınızdır.
Müsaade ederseniz bir şeyler hazırlansın, birlikte yiyelim.’ dedim. ‘Biz yemeyiz’ cevabını verdi. ‘Öyleyse bir şeyler içelim.’ deyince de aynı karşılığı verdi: ‘Biz içmeyiz!’ Sonra da bana dönerek şunları söyledi: ‘Ben Medîne-i Münevvere’den geliyorum. Hz. Peygamber’i (sav) seven bütün mü’minler onun evladıdır. Size bunu tebliğ etmeye geldim. Görevim bitti. Bana müsaade...’
Sonra kalktı. Birkaç adım attı. Bahçe kapısından çıktı. Arkasından kapıya kadar giderek baktım, kimseyi göremedim.”
DARÜ’L CİNÂN MESKEN OLDU HASAN BASRİ’YE
Çileyle yoğrulmuş mücadeleler içinde geçen yetmiş sekiz yıllık ömürden sonra, ardında gıpta edilecek hayırlı bir miras bırakan bu güzel adam, 3 Aralık 1964 Perşembe günü İstanbul’da gözlerini fâni dünyaya kapatır. Hayatı boyunca paradan uzak yaşayan, eline geçeni de dağıtmayı şiar edinen Balıkesir’in bu medar-ı iftiharı, vefat ettiği zaman cenaze masraflarını karşılayacak parası bile çıkmaz. Vefakâr eşinin bu maksatla biriktirdiği mütevazı para ile cenazesi ancak kaldırılabilir.
Vefatından 7 yıl sonra, 1971’de toprağa verildiği yerden çevre yolunun geçmesi sebebiyle mezarının yerinin değiştirilmesi gerekir. Sonrasını Türkiye Yeşilay Cemiyeti eski Genel Başkanı Selahaddin Kaptanağası’ndan dinleyelim: “Şiddetli ve karlı bir kış günü, mübârek naşını hayrûl-Halefi Mürşid Bey, ben ve mezarcı olduğu halde üç kişi, yeni makamına nakil ve tevdi ettik. Kefeni çamurlu fakat mübarek vücudu konduğu gibi tertemiz ve sapasağlamdı.”