Uzun cümlelerde anlaşılmaz bir tını...
Akşam... Şehrin üzerine henüz yeni indiği, para kazanmak için işe giden herkesin eve dönmekten başka bir şey düşünmedikleri o yenilgi saatleri... O yılgın suratların arasında, şoförün içtiği sigara; otobüsteki sigara kullanan veya kullanmayan herkesin sinirlerini bozuyor. İnsan vücutları arasında dolaşan üflenmiş sigara dumanının ve kokusunun ter kokusuna karışmasıyla herkesin eve daha çok gitmek istediklerini ve ayakta kalmış herkesin oturan herkese nasıl da gizlemeden nefret duyduğunu, oturan herkesin de bu nefreti hissetmesine rağmen nasıl da önemsemediğini izliyorum. Bu ülkenin arka fonunun hep bu hüzün manzaraları olması gerektiğini ve bu hüznün bu ülkeye nasıl da yakıştığını düşünüyorum. Şoförün açtığı arabesk şarkının bu hüzünle, bu hüznün de bu insan suratlarındaki acı çizgileri ile nasıl da ahenk içinde bir mozaik oluşturduğunu görüyorum bu akşam; bir şehir içi minibüsünün en arka koltuğunda otururken. En gencinden en yaşlısına, üzüntü içindekilerden eğlenmek için çaba harcayanlarına kadar bu ülkenin insanlarının hepsinin; nasıl bir hüzne eşlik ettiğini, hatta bizzat tarihi ile, yüzündeki ifadeler ile, yenilmişlik duygusuna alışkanlıkları veya onu kabullenmişlikleri ile bu hüznü nasıl da var ettiklerini anlarken; insanlarının gözlerine bakmanın da oldukça kolay olduğunu öğreniyorum bu şehir içi minibüsünün en arka koltuğunda...
Gözlerine bakıyorum:
Teki boş olan ikili bir koltuğun bir tarafında erkek oturuyor diye oraya oturmayıp ayakta duran ve yanından süzülüp hiç düşünmeden oraya oturan yüzü boyalı kadının gözlerine... Boyalı kadına kimsenin garipsemeyeceği bir tavırla bakan başörtülü teyzenin beklentili gözlerine...
Otobüs önünden geçerken içine ve belki de yanlışlıkla bana bakan ve hiçbir zaman tezgahında sıcak simit olmamasına rağmen her zaman utanarak “sıcak sıcak” diye bağıran simitçi çocuğun teslimiyet ve bıkkınlık dolu gözlerine...
Şoförün açtığı arabesk şarkıyı dinlerken gözü dışarıda çok uzaklara dalan, dertli ve düşünceli olduğu cama koşut akıp giden görüntülerin içinde hep sabit bir noktaya bakmasından anlaşılan; bıyıklı, ütüsü bozulmuş pantolon giyen ama yine de memura benzeyen adamın gözlerine...
Mırıldanarak Orhan babaya eşlik etmesinden; çalan arabesk şarkıyı bildiği anlaşılan saçları jöleli delikanlının rastgele yanına oturmak zorunda kalan yüzü boyalı kadına bakan şaşkın ve arzulu gözlerine...
Ayakta kalan başörtülü teyzenin kendisine yer veren beyaz tenli çocuğa bakarken, bakışlarının, yüzü boyalı kadına baktığından ne kadar da farklı ve garipsenebilir olduğuna...
Otobüsün yarısı tarafından izlendiğini anlamasıyla beyaz teni birden kızaran ve başını önüne eğen çocuğun gözlerine…
Annesinin kucağındaki çocuğun; herkesin gözlerine tek tek ve uzun uzun bakan mavi gözlerine böyle kolay bakabilmemin sebebinin, şehir içi minibüslerinin en arka koltuğunun; on dakikalığına hayata dışarıdan bakılabilme imkanı veren bir mekan olması yüzünden olduğunu anlıyorum; bu insanların hepsinin gözlerindeki o ortak hüznün yardımı ile.
Minibüste oturan insanların; nereye gittiklerini hiçbir zaman bakarak anlayamayacağım yüzlerine bakarken; nereye gittiklerini aslında hiç de önemsemeden; bu insanların hepsinin herhangi bir yerlere, kişilere, işlere, mekanlara gidiyor olmasının; düşündüğümde bana ne kadar da garip gelmesine bir anlam veremiyorum. Bir şehir içi minibüsündeki herkes herkese, herkes minibüse ne kadar yabancı olsa da; herkese göre diğer herkes minibüse tanıdık birer insan durumundadır; herkes kendisi dışındaki diğer herkesin dışarıda yani gerçekte buradaki “kişi” olduğunu düşler (eğer minibüste değil de dışarıda veya başka herhangi bir yerde gerçeksek tabi!).
İnsanların minibüslerde farklı bir insan olduğunu anlamak için; tanıdığınız, minibüs dışında nasıl davrandığını çok iyi bildiğiniz bir kişiyi uzaktan izlemeniz yeterli aslında. Ya da benim gibi kendinizi bir minibüsün en arka koltuğunda otururken; dışarıdan izlemeniz...