İbrahim Refik
Klasik Türk müziği bestecisi, söz yazarı ve yorumcusu Yesârî Âsım Arsoy, ataları Osmanlı fütuhatı sırasında Konya bozkırından Rumeli`ye göç eden evlad-ı fatihandan Şeyh Ömer Efendi’ye kadar uzanan köklü bir aileninin torunu...
Kosova`daki Prizen`e yerleşen büyük dede Şeyh Ömer Efendi, orada kendi adıyla anılan bir Nakşibendi tekkesi kurup gönül fetihlerine girişir. Aynı zamanda solak bir hattat olan Ömer Efendi, mezar kitabeleri yazımında ve tarih düşürme hususunda da şöhret sahibidir. Şeyhin torunlarından Ömer Lütfi, bir müddet sonra aileden ayrılarak Berkofça`ya yerleşir ve burada uzun süre ikamet ettiğinden dolayı da “Berkofçalı Ömer Lütfi Efendi” diye anılır. Ömer Lütfi Efendi, 93 Harbi`nde Berkofça`yı terkederek Drama`yı mesken edinir ve burada “Büyük Türkoğulları” sanıyla anılan Ahmed Ağa`nın kızı Zübeyde hanım ile izdivaç yapar. İşte Yesarî Âsım Arsoy, bu ailenin altıncı çocuğu olarak 1896`da Drama`da dünyaya gözlerini açar.
Adı Mustafa Âsım konulan çocuk, tıpkı dedesi gibi solak olup müzik aletlerini de sol eliyle çaldığından ileride “Yesârî (solak) Âsım” olarak şöhrete kavuşacaktır.
1905`de ilkokula başlayan Âsım, 1908`de Beykonağı Rüştiyesi’ne, 1910`da da Yeni İdadi`ye girip mezun olur. Bu arada da sesi çok güzel olduğundan okulda müezzinlik yapma vazifesi genç Âsım’a verilmiştir.
Türk-Yunan ilişkilerinin giderek bozulması üzerine Drama’da kalmak tehlikeli olmaya başlayınca Âsım’ın ailesi göç hazırlıklarını hızlandırırlar. Mustafa Âsım günlerde okulda bir bakıma vedâ gibi hüzünlü bir yatsı ezanı okuyunca, ciddiyetiyle mâruf, yüzü hiç gülmeyen okul müdürü odasının penceresini açarak, “yaşa seksen iki” demekten kendini alamaz. Seksen iki, Âsım`ın idâdîdeki numarasıdır.
BALKANLAR’DAN DERSAADET’E...
Yesari ailesi 1917’da Adapazarı’na yerleşir. Burada gündüzleri babasının yanında, geceleri de bir otelde çalışan Yesârî, bir yandan da müzik öğretmenlerinden ders alarak müzik bilgisini her yönüyle geliştirmeye çalışır. Fakat babası Ömer Lütfi Bey, oğlunun müzikle uğraşmasını istemediği için onu müzikten soğutmaya çalışır. Hatta birkaç defa da udunu kırar.
1929 yılında ilk bestelerini notaya döken Âsım, çok geçmeden Türkiye’yi sarsmaya başlayan eserlerini bestelemeye başlar. 1930, genç bestekârın Colombia Plâk Şirketi ile anlaşıp şarkılarını plâğa okunmaya başladığı yıldır. Güftelerinin çoğunu kendinin yazdığı zengin, değişik nağmelerle ördüğü bu bestelerini, o güne kadar eşine rastlanmadık tatlılıktaki pürüzsüz ve yumuşak sesiyle birbiri ardına okuyunca çok kısa zamanda yurdun her tarafına şöhreti yayılır.
Mûsikî kabiliyetinin aileden mi geldiği sorulunca; "Cevheri ehli kemalin neşetinden bellidir. Neşre başlar nurunu vakti seherde afitab" diye cevap veren Âsım Arsoy, udu sol eli ile çalmasıyla meşhurdur. Bu solaklığı sebebi ile Yesâri Âsım diye anılan yetenekli müzisyene “Siz Yesârizâdelerden misiniz?” diye sorulduğunda tevazu içinde, “Âsımı biz zâde değil zâtız” şeklinde cevap verir.
1954-1955 yılları arasında İstanbul Radyosu’nda stajyer sanatçıları yetiştirmek üzere görev alan Asım Arsoy, kendi ifadesiyle o vazife mizacını tutmadığı için bir müddet sonra da bu görevi bırakır. 1977 yılında, gençlik döneminden beri tanıdığı Suzan hanım ile evlenen bestekârımız 1991 yılında da devlet sanatçısı unvanına layık görülür.
İLHAMSIZ BESTE YAPMAYAN SANATKÂR
“Kader beni bestekârlığa sürüklememiş olsaydı, muhakkak ebediyet âlemine çok cılız bir iman ile intikal etmiş olacaktım.” diyen Yesârî Âsım, yaptığı işi çok seven ve bunu titizlikle yapan biridir. “Eğer ilhamsız bir eser besteleyecek olursam, yarın Allah’ın huzurunda ne cevap veririm?” ifadesi onun, bestekârlığa nasıl yaklaştığını bize açıkça göstermektedir.
“Dinin müzik üzerinde tesiri var mıdır?” sorusuna Yesârî: “İlham, Allah`ın verdiği bir his, bir duygu olduğuna göre, aşka dayanan her mevzuda dinin, bahusus imanın büyük tesiri vardır. Mesela hüseynî makamında bestelediğim:
Fâriğ olmam meşreb-i rindaneden
Yüz çevirmem nâfile peymâneden
Bezmedikçe hâlet-i mestaneden
Çıkmam Allâh etmesin meyhâneden
şiirini sabah namazından sonra bestelemiştim. Daha bunun gibi ilâhî halet-i ruhiye içinde yazmış olduğum ve bestelediğim eserlerim vardır.” cevabını verecektir.
Ama gelgelelim hayata sefahat penceresinden bakıp metafizik duyarlılıktan nasibi olmayan bazı insanların tasavvuftaki “meyhane” kavramının “kulun aşk ve şevkle Rabbına münacaat mahalli” olduğunu hiç akıllarına getirmeden üstadı içkicilikle itham ettiklerine şahit oluruz.
Arsoy, “Sizin için müthiş ayyaştır diye duydum?” diye soru soran bu gibi birini, “Akılsızlıklardan hoşlanmam. Böyle haller kimseye yakışmadığı için, bana da yakışmaz. Bu şayiayı ‘Fariğ olmam’ şarkısı doğurmuş olsa gerek. Halbuki bu şarkı tamamiyle mistik bir eserdir. Tasavvuf zevkini mutazammındır. İşretle, ayyaşlıkla alakası olamaz.” diyerek tersleyecektir. Oysa aynı şarkının anlayıp hissedenler için yansımaları çok farklıdır. Âsım Bey’in kardeşi Muharrem İhsan Arsoy hocasıyla alakalı bir hatırasında şunları söyler:
“Fatih Atikali`den -kapatılmış olan- Kenan Bey tekkesi vardı. Buranın Şeyhi Kenan Büyükaksoylu idi. Aynı evde oturuyorlardı. Benim lisede Fransızca öğretmenimdi. Büyük bir ameliyat geçirmiş evde istirahat ediyordu. Kendisini ziyarete gittiğimde: ‘İhsan, ağabeyinin yeni plağını dinledim. -Fariğ olmam meşreb-i rindaneden. Yüz çevirmem hâlet-i mestaneden plağı idi. Kendisi okumuştu.- Hayran oldum. Bilhassa (Allah) diye seslenişi ne ilâhî bir içten gelen seslenişti’, demişti.”
PEYGAMBER ÂŞIĞI İSTANBUL BESTEKÂRI
Günümüze ulaşan yaklaşık 250 bestesi bulunan Üstad’ın, unutulan ya da gün ışığına çıkmayan epeyce eserinin de olduğu tahmin edilmektedir. Hatıra defterindeki 24 Teşrinievvel (Ekim) 1957 tarihli notunda: “İlâhî mefhûmlarından biri de hiç şüphesiz mûsikîdir. Mûsikî insanı kemalâta götürür. Mûsikîden bu mânâda nasip alamayanlar cidden bedbahttırlar.” diyen Üstad Yesârî Âsım’ın birbirinden güzel bu besteleri içinde hele bir tanesi vardır ki onun yeri apayrıdır. Güftesi:
Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır
Yüreğim aşkının hasretiyle solacaktır
Sen uzaklarda yaşarken bensiz
Kalbime son darbe yine ismin olacaktır.
şeklindeki bu hüzzam eseri Üstad, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav) için bestelemiştir.
SANATIN ONURLU ÇİZGİSİ
Yesârî Âsım, bestekârlığı yanında başkalarına benzemeyen ses cinsi ve kalitesiyle bestelerini; hiç kimsenin kolay kolay taklit edemeyeceği bir mükemmellikte seslendirmiştir.
Rezonanslı ve pürüzsüz sesi, ender rastlanan seslerdendir. Bu ses 96 yaşında hayata veda edene kadar özelliklerini çok az kaybederek devam etmiştir. Fakat düşündürücüdür ki böylesi güzel sesli bu büyük bestekâr, kendisini hiçbir zaman ses sanatçısı olarak telakki etmemiştir. Sermet Sami Uysal, Üstad’ın bu kabul etmeyişini, “Bu reddediş, kendisinin bir ihtiyacı olmamasından değildir. Onun bu tutumunun başlıca sebebi sanatı, paranın hizmetine sokulmayacak derecede ulvî bir mefhum olarak görmesi ve kendisine Allah’ın ihsânı olduğuna inandığı bu sanat nimetini, para ile alınır satılır bir mal derekesine düşürmeyi Rabbine bir ihânet olarak kabul etmesidir.” diyerek izah etmektedir.
Sanatındaki bu onurlu çizgiyi muhafaza adına prensiplerinden taviz vermeyen bu kadife sesli adam, yüksek ücretlerle sahnelerde okuma tekliflerini hep geri çevirir; ancak plâklara okuduğu besteleriyle sesini -ve sanatını- duyurmayı tercih eder.
KANAAT HAZİNESİNDEN GEÇİNEN HOCA
Mûsıkî tarihimiz içinde sayıları oldukça az olan “üslûp” sahibi bestekârlardan biri olan Yesârî Âsım’ın ayrıca hocalık yönü vardır. “İlimde üç afet vardır: 1. İstemeyenlere, 2. Layık olmayanlara, 3. Anlamayanlara hocalık etmek...” diyen Âsım Hoca her talebeyi kabul etmez, istidadı olup da imkanları dar olanlardan para almaz. Önce konuşur; ne için ders almak istediğini, ne beklediğini sorar. Bazılarına “Sen beklediklerine ulaşamazsın, vazgeç bu sevdadan” demekten çekinmez. Bu yüzden bazıları kırılır, bazıları da verdiği bu hayat dersinden dolayı teşekkür eder.
Üstad, “Sizin mal varlığınızla ilgili olarak o kadar birbirini tutmaz şeyler anlatılıyor ki. Acaba hangisi doğru?” diye bir soru yönelten gazeteciye, meslektaşı Refi Cevat Ulunay’ın, hakkında yazdıklarını göstererek cevap verir:
“Yesârî Âsım kanaatin, tükenmez bir hazine olduğuna kâil bulunduğu (inandığı) için diğer bâzı mûsikî inasları (kadınlar/kızlar) gibi müstesna ücretlerle piyasada isbat-ı vücut etmemeyi (görünmemeyi) karakterine daha muvafık buldu. Bir kenara çekilerek tanınmış bir plâk müessesesine eser vermekle iktifa eyledi. Fakat harp, plâk malzemesinin tedârikine mâni olduğu için o acı senelerde kanaat hazinesine biraz daha kuvvetle sarılmak mecburiyetinde kaldı.”
Zamanın İstanbul Radyosu Müdürü Prof. Dr. Nevzat Atlığ, bu dürüstlük âbidesinin para bakımından sıkıntılı bir dönem geçirmesine rağmen, stajyerlere ders vermekten vazgeçip radyodan ayrıldıktan sonra tahakkuk eden ücretini, hak etmediğini söyleyerek nasıl reddettiğini şöyle anlatır:
“Gösterdiğimiz bütün ısrârlara rağmen, ‘haksız kazanç olur, ders verdim ama, konser programı yapmadım’ diyerek para ödeme teklifimize şiddetle karşı koydu. Evine bir görevliyle hak ettiği ücreti gönderdik, almadı. Halbuki, çok iyi biliyordum ciddi şekilde para sıkıntısı içindeydi; plakları eskisi gibi satılmıyor, sahnelere çıkmıyordu. Talebeye ders verip, birkaç kuruş kazanmaya uğraşıyordu. İhtiyacı olmasına rağmen az sayılmayacak o parayı tepti, neden mikrofona çıkmadı, bir türlü anlayamadım.”
Atlığ’ın anlayamam dediği, Âsım Bey’in hayatının olmaz olmazlarındandır. Dürüstlüğe çok ehemmiyet verip “kapımızdan içeri eğri odun bile giremez” sözünü sık sık tekrarlayan büyük sanatçı, “Küçük menfaatler insanları haysiyetsiz eder” hakikatına inananlandır. Ayrıca “Ne olacak sen yedin güllaç, ben yedim bulamaç, ertesi sabah kalktık sende aç bende aç’’ sözlerini yeri geldiğinde sık sık tekrarlayan Âsım Hoca, bu sözleriyle hayata bakışını da özetler.
Bu ilkeli sanatçı, talebe yetiştirmek üzere işe başladığı radyoevine bir daha gitmeme sebebini soranlara şu anekdot ile cevap verir:
Bir tanıdığı para sıkıntısı çeken Nevres’i, bir paşanın kızına ders vermesi için konağına götürmüş... Nevres, daha önce başka hocalardan ders aldığını söyleyen genç kızdan bir parça çalmasını istemiş... Kız, uduyla en iyi bildiği parçayı geçmiş... Nevres, bunun üzerine hiç zamanı olmadığını, onun için de ders veremeyeceğini söylemiş!...
Yola çıktıklarında arkadaşı hırsla sormuş:
-Yahu sen deli misin?... Böylesine zengin bir paşanın kızına ders vereceğim paşanın kızı çok genç!... Yarın ben ölüp giderim; fakat o yıllar boyu “Ben, vaktişle udî Nevres’ten ders aldım” diyerek kemiklerimi sızlatır!.. Onun için kabul etmedim ders vermeyi, demiş.
SEN ÇIK ARADAN KALSIN YARADAN
Âsım Arsoy, olanca şöhretine rağmen bütün gerçek sanatkârlar gibi tevazu sahibidir. Büyüklüğünü gizler, büyük denilmekten çok sakınır. Bir gün, birisi “Efendim, biz büyük bir sanatkârsınız” diye söze başlamaya kalkınca, “İstirham ederim bir daha bu kelimeyi kullanmayınız. Büyüklük yalnız O`na mahsustur” diyerek çıkışır.
Onun bu özelliğini vefalı talebesi Bülent Gündem şöyle dile getirir:
“Bazı meclislerde kendisini vasfetmeye çalıştığım zamanlar ki bu, hâliyle medhiye olurdu. İşaret parmağı ile beni gösterir ve ‘bu çocuk benim en büyük düşmanımdır’ derdi. Ara sıra ‘Cenab-ı Hak sevdiği kullarına mertebeler, mucize kâbiliyeti ve sırlar verir. Fakat kul dilini tutmasını bilmezse bir anda geri alır’ derdi. Ve bundan korkardı.”
Tanınmış olduğunu söyleyenlere "Meşhûr olmaktan ziyade sanatkârım, şöhret afettir” diye karşılık veren Âsım Arsoy, eğer bir mecliste birisi kendisini fazla övmeye kalkarsa “Aman efendim sen çık aradan, kalsın Yaradan” deyip, “Deliden, divaneden bile beklenmeyen bir şey çıkabilir” diyerek kendisini sıfırlamaya özen gösterir.
BİR NAMAZ KAHRAMANI
Rabbine olan kulluğunu eksiksiz yerine getirmeye çalışan Yesârî bir namaz kahramanıdır. İslam’ın dörtbaşı mamur yaşandığı bir evde dünyaya gelen Âsım, çocukluğunda babası abdest alırken havlu tuttuğunu anlatır, “o esnâda duaları yüksek sesle okurdu ki benim kulağımda yer etsin diye” diyerek babasını hayırla yadeder.
Babasına olduğu gibi hocasına da havlu tutarak hürmette kusur etmeyen Yesârî’nin, hocasına olan bağlılığını fazla bulan annesi bir ara “o arslanı ben doğurdum” diyerek hafif kıskançlık kokan bir çıkış yapar. Bu söz hocanın kulağına geldiğinde “o doğurdu ise ben de yoğurdum” diye hikmetli cevap verir. İşte Mustafa Âsım’ın şahsiyeti böylesi burcu burcu namaz kokan bir evde şekillenir.
Kendisiyle röportaj yapmaya gelen Girizan Tunara, bestekârı evde bulamayınca cuma namazına gittiğini öğretir. Âsım Bey biraz sonra namazdan döndüğünde Tunara sohbet arasında:
“Ne mutlu size!.. Utanarak söyleyeyim ki daha başım secdeye gelmedi” deyince, “İstemiyorsunuz da ondan” diyen büyük bestekâr, sözlerini şöyle sürdürür, “Size bir sır söyleyelim mi? Mes’ut olmak isterseniz ibâdet edin. Ben ahirete inanıyorum ve o kadar mes’udum ki!..”
Bir konser sonrası öğrencisi olan bir sanatçı, “hocam nasıl buldunuz?” sorup zımni bir iltifat bekleyince, o, öğrencisinin egosunu pohpohlamak yerine, “Sen şimdi sana onu verene teşekkür etmek için gidip iki rekât namaz kılacaksın” diyerek çok güzel bir kulluk dersi verir.
TASAVVUF KOKUSUYLA SERMEST BİR ADAM
Tasavvuf kelimesi geçtiğinde; mevzun parmaklarını birleştirip burnuna götürüp koklama hareketi yaparak “Tasavvuf bir kokudur” diyen Âsım Arsoy, kelimenin tam mânâsıyla bir iman adamıdır. Allah ve Resûlü’nü (sav) dilinden düşürmeyen bu derviş ruhlu adam, her fırsatta “Allah’ı zikrediniz, çok çok zikrediniz.” diyerek çevresine Allah aşkınğ aşılamaya çalışır.
“...Aşk, mukaddes bir şeydir. Ona layık olduğu mertebede tutmalıyız. Ben bu kainata, Allah`ın yarattığı herşeye aşıkım. Benim en büyük aşkım yüce Allah`tır...” diyen Yesârî, 10 Mayıs 1970’de Yeni Asır gazetesinden Ali Rıza Avni`yle gerçekleştirdiği röportajında mecazi aşktan gerçek aşka uzanışın rotasını şöyle çizer:
“... Benim aşkım, ben doğmadan önce doğmuş. Ben doğunca aşkımı bana muntazır buldum. Bu aşk, hem mecazi manada ve hem de hakiki manadaki aşktır. Esasen insan, nasıl ki çocukluktan sonra delikanlılık ve olgunluk çağlarını idrak ederse, hakiki aşk da mecazi idrakten sonra kendini gösterir. Yani, mecazi aşk, hakiki aşkı idrak için bir vesile olmaktadır.”
Yaptığı her işte Allah’ın rızasını arama gayreti içindeki bu gönül adamı, Doktor İrfan Bey’e yaptığı gibi, çevresine de her fırsatta O’nun rızası istikametinde iş yapmalarını tavsiye eder.
Malkaralı bestekâr Dr. İrfan Doğrusöz yedek subaylığını bitirdikten sonra, Amerika`ya giderek tıp ihtisası yapmak ister. Fakat bir taraftan da sevilen bir sanatçı olmuş, plakları tutulmaya başlamıştır. Şöhretin başını döndürmeye başladığı bu günlerde İstanbul Radyosu’nda Yesârî Âsım Arsoy ile karşılaşır ve "Siz ne dersiniz hocam, müzik mi tıp mı?” diye tereddütünü ifade edince, Âsım Hoca kulağına şunu fısıldar: "Allah hangisinden razı olur?"
KONUŞ Kİ GÖREBİLEYİM
Şifahi kültürle beslenerek yetişen Âsım Hoca, çok iyi hitâbeti olduğu halde her zaman konuşmaz, yerli yersiz konuşan gevezeler için;
“Söz bilirsen söz söyle, sözünden hisse kapsınlar
Söz bilmezsen, sükût eyle, seni de adam sansınlar”
diyerek konuşmak için gerekli ölçüyü ifade eder.
“Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil” darb-ı meselini kendine rehber edinen Yesârî, yeri geldiğinde klasik sohbet geleneğimizin ana unsurlarını taşıyan doyumsuz sohbetlerde bulunur. Sohbet sırasında anlattığı konu ile ilgili Kur’an’dan ayetler okuyup çevirir, bazen bir beyit ile anlattığı konuyu mânâ olarak derinleştirir, bazen de hayran olduğu Osmanlı kültürünün bir parçası olan lâtif lâtifeler renklendirir. Bu irşad yörüngeli sohbetlerde okuduğu şiirler, atasözleri ve kıssalarla dinleyenleri mestedip hayran bırakır.
Doktor bestekârlardan İrfan Gündüz, babasıyla ilgili bir hatırasında, “Onun tasavvufî düşüncelerini o güzel ses tonu ve natıkasıyla dinleyen babam, o geceden sonra müslümanlığın bütün vecibelerini yerine getirmeye başlamıştı.” diyecektir.
BİR ESKİ ZAMAN EFENDİSİ
“Bizim gönlümüz yaz boz tahtası değildir, biz bir insanı gönlümüze ya hiç yazmayız, yazarsak da bir daha silmeyiz” diyen Yesârî Âsım dost canlısı bir insandır. Dost için; “Her şeyin yenisi makbuldur, dostun eskisi” atasözünü kullanır ve dostlarını da rahat ettirmek için “miyân-ı esdikâda, terk-i külfet aynı ülfettir” diyerek yumuşak ve samimi bir ortam sağlar.
Beğendiği insanlar için “Sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir, suretinden bellidir, siretinden bellidir, izzetinden bellidir.” diye vasfeden Âsım Bey, mevlidde, Hafız Kemal, Halil İbrahim Çanakkaleli’yi, tilâvette; Yeraltı Camii İmamı Hafız Ali Efendi’yi, Abdurrahman Gürses Efendi’yi, Süleymaniye Camii imamı hattat Hafız Sami Efendi’yi takdir ve sitayişle anar. Bestekârlar arasında da “hakiki bir sanatkârdır” dediği Münir Nurettin`i çok beğenir.
Talebesi bir şey istirham ettiği zaman; “elbette, ne demek” diyerek isteği yerine getiren bu zarif adam, “vefâlı âdem isteyen, vefâlı âdem olmalı” diyerek de usûl dersi verir.
Bu İstanbul efendisi, büçük büyük ayırmaz, büyük bir centilmenlik göstererek kendinden küçüklerini de arayarak hatırını sorar. Evine gelenleri de ayakta karşılayan bu kibar adam, ne kadar genç olursa olsunlar, yine ayağa kalkıp “Sizi kâimen uğurlayım” diyerek yolcu eder.
Kendisine “üstadım kusura bakmayın” diyenlere; “Kendi kusurlarımı bitirdiğim zaman, sizin kusurunuza da bakarım” diyerek karşısındakileri rahatlatır. Beşerî ilişkilerinde son derece kibar biri olan Âsım Arsoy, “Bir kerre dokunsan tenine sâz-ı derûnun/Bin dürlü nüvazişle düzelmez bozulunca” diyerek kimseyi kırmak istemez. Talebeleri dahil herkese teşekkür eder. Öğrencileri mahcubiyet izhar edince “Kula şükretmesini bilmeyen, Allah’a da şükredemez” diyerek de bir nevi “şükür” dersi verir.
Çok çalışkan biri olan Yesârî Âsım, bir yandan devamlı planlar, projeler yapar; çalışıp düşünür. Bir yandan da Cenab-ı Hakk’ın “Kul kurar, kader güler” ata sözü dilinden hiç düşmez.
SECDEDE VUSLAT
Yesârî Âsım, bir ara kendisiyle röportaj yapan Sermet Sami Uysal’ın, “Hayatınızın nerede sona ermesini istersiniz?” sorusuna, “Nerede olursa olsun, yeter ki hüsranlı bir son olmasın. Bir insan için en büyük bedbahtlık mânen fakir ölmektir. Hele Allah ile arasını düzeltmeyen kimseye bütün cihan ağlasın!..” diyerek çok anlamlı bir cevap verir.
Bir asra yaklaşan bereketli ömrü ile padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşayıp gören Allah aşıkı derviş ruhlu bu güzel adam, dilinden düşürmediği “Allah secdeye âşıktı” ifadesindeki gibi, 18 Ocak 1992 cumayı cumartesiye bağlayan gece, vefatından biraz evvel secdeyle şereflenerek Rabbi’nin huzuruna çıkar.
Sadık tilmizi Bülent Gündem, hocasının vefatından sonra, hayattayken sık sık tekrarladığı Ziyâ Paşa’nın:
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok
Zevk anın, mirsad-ı ibretden temâşasındadır.
beytini kabrine yazdırarak âdeta hayat felsefesini özetler.