Hintli bir derviş Nişabur’lu bir tacirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle yalınayak, ayağını taştan ve dikenden sakınmadan arkadaşıyla yol alıyordu. Onun bu halini gören tacir ona acıdı ve ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu tacir sık sık ona:
“–Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenlerin batmasından sakın!” diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden iyice bıkıp usanmıştı. Ayakkabıyı çıkarıp tacirin önüne koydu ve:
“–Al, bana kayıtlı bir hayır lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 414)
Şimdi bir an şöyle düşünelim: Sayısız nimetlerini bize karşılıksız veren Cenab-ı Hak, hiç bunları bizim başımıza kakıyor mu? Hiçbir bedel ödemediğimiz halde, gözlerimizi, ellerimizi, ayaklarımızı, aklımızı, bütün istidat ve kabiliyetimizi yıllardır fütursuzca ve istediğimiz gibi kullanıyoruz. Peki bu ve bunun gibi saymaya güç yetiremeyeceğimiz bunca nimetleri bizlere devamlı ihsan halinde bulunan Rabbimizin lütufları karşısında ne durumdayız? Bunları hiç düşünüyor muyuz?