Hz. Muhammed’in başarısında olduğu gibi, hakikat her zaman ışık saçabilmelidir; tek ve eşsiz Allah anlayışını aşılamakla o, bütün dünyayı yenmiştir. (Goethe)
Hepimizin bildiği bir gerçek var ortada. Avrupa karanlık dönemlerini yaşarken dünyanın başka bir bölgesinde, hatta Avrupa’nın çok yakınında parlak bir medeniyet yaşanıyordu. Dinî ilimler başta olmak üzere, tıptan astronomiye, matematikten coğrafyaya, sosyolojiden felsefeye, sanattan edebiyata pek çok alanda insanlığın henüz hiçbir yerde ulaşmadığı bilimsel gelişmeler kaydediliyordu.
Kuşkusuz bu medeniyet, insanlığa yeni bir anlam getiren İslam medeniyetiydi. Bu yeni medeniyetin bağlıları, fethettikleri yerlere en başta Allah’a imanın heyecanını duyurdular. Cehalet karanlığı içindeki yeryüzüne inancın ve bilimin ışığını sundular. Ortaya koydukları yaşayış ve ilmî disiplinle yeryüzünün veçhesini değiştirdiler. Yeryüzünde yaşayan bütün halklar, bu değişimden fazlasıyla aldılar paylarını.
İslam’ın dünyanın yarısına egemen olmasıyla en büyük değişimi elbette ki Batı dünyası yaşadı. Orta çağın skolastik düşüncesi altında boğulan Batı, İslam güneşinin ışık demetleriyle ağır ağır aydınlanmaya başladı. Müslümanların yaşayışları, Müslüman bilginlerin yakaladığı bilimsel seviye önce gözlerini kamaştırdı Avrupalının. Sonra bir hayranlık başladı içten içe. Bu arada yavaş ve uzun soluklu bir etkileşim.. Derebeyliklerin yıkılıp merkezi krallıkların güçlenmesi, kentsoylu sınıfının ortaya çıkışı, Rönesans ve reform hareketleri..
Avrupalılar, Müslümanları Haçlı seferleri ve yeniden fetih politikasıyla ablukaya almaya çalışırken, bir taraftan taşıyabileceği ne varsa taşıyorlardı ülkelerine. İşte Avrupa’nın dönüm noktasıydı bu. Ragor Garaudy’nin ifadesiyle, modern Batı, her ikisi de Müslüman kültürün çılgınca hayranı olan X. Alphonse’nin İspanya’sı ile II. Frederic’in Sicilya’sında dünyaya gelmiştir ki, Arap İslam medeniyeti onun ebesi ve süt annesi olmuştur. (İslam’ın Vadettikleri s. 113)
Buradaki “süt anne” benzetmesi çok önemlidir. Şöyle ki, Avrupalı süt emdiği, kendisine varlığını borçlu olduğu anneyi çok geçmeden boğdu, kendi topraklarında. Yani Endülüs İspanya’sında ve Sicilya’da.. Sadece sütünü emmekle yetindi annenin. Ahlakından ve imanından nasiplenmedi. Nasiplenmedi çünkü annenin kendisini terbiye etmesine fırsat bırakmadı. Halbuki süt annenin en ayırıcı özelliği bilimini ve kültürünü yoğurduğu zengin imanıydı. İşte inanç ve ahlaktan yoksun Batı, yine Garaudy’nin deyişiyle barbar cehaletten bilgin bir barbarlığa geçti.
Sonra ne oldu? Avrupalı bir yandan süt annenin ülkesini yağmalarken, bir yandan kendi halkının belleğine asırlarca silinmeyecek nefret tohumları attı. Süt anne, barbardı. Elinden kılıç düşmezdi. İnsan hakkı ne, kadın hakkı ne bilmezdi. Kundakçıydı, putperestti vs. (Bugün İslamafobia dedikleri şey, o tohumların kök salmış halidir!)
Bununla da kalmadı, Avrupalı beslendiği en zengin kaynağı inkar etti. Asırlarca komşu olarak yaşadığı parlak bir medeniyeti adeta yok saydı. Öyle ya, yedi yüz elli yıllık komşuluktan sonra, Avrupa’nın İslam medeniyetinden hiçbir şekilde etkilenmemiş olması düşünülebilir miydi? Batılı bir yazarın şu tespiti bu etkileşimin siyasi boyutunu şöyle açıklıyor: “Akdeniz’in Müslümanlar tarafından ablukaya alınmasıyla Karolenjlerin (derebeyliği ortadan kaldıran krallıkların) sahneye girmesinin aynı zamanda oluşunu salt rastlantıya bağlamak doğru değildir; tersine, bunda neden- sonuç ilişkisi göze çarpmaktadır. Frank İmparatorluğu ortaçağ Avrupa’sının temellerini atmıştır, ama hiç kuşkusuz Müslümanlar olmasaydı bu imparatorluk da hiçbir zaman varolamazdı. (Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi s. 9)
Avrupalı, Yunan’ı, Roma’yı baş tacı edip göklere çıkarırken, varlığını borçlu olduğu “üçüncü miras”ın, İslam’ın yüzyıllardır esamisini okumamıştır hiç. Zorunluluktan dolayı İslam medeniyetinden söz etmek gerektiğinde ise Avrupalı, Müslümanlara sadece antik Yunan’ı Avrupa’ya taşıyan bir postacı rolü biçmiştir.. Doğrusu Avrupa, karanlık dünyasına bir güneş gibi doğan İslam’a ve Müslümanlara bir özür ve bir teşekkür borçludur.
***
Sigrid Hunke, Almanyalı bir yazar. Yıllar önce bu anlamda bir kitap kaleme almış: “Allahs Sonne über dem Abendland.” (Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, Çev. Servet Sezgin, Bedir Yayınevi, 1972) Yazara göre Avrupa, artık bu kötü huyundan vazgeçmelidir. Bugünkü dünyanın yalnız Avrupa’dan ibaret olmadığını kabullenmelidir. Tarihin akışında etkin olmuş, kendisine Batı dünyasının şükran duyguları borçlu olduğu bir medeniyetten söz etmek sırası çoktan gelmiştir. İşte yazar kitabını böyle bir amaç için yazmıştır: “Bu kitap İslam medeniyetine karşı uzun zamandan beri borçlu olduğumuz teşekkürü ispat için yazılmıştır.”
İnsaflı bir bakış açısıyla yazar, İslam medeniyetinin hangi boyutlara ulaştığını, Avrupa’yı nasıl etkilediğini irdeliyor kitabında. Geniş bir çerçevede Müslüman kültürün niteliklerini; Harezmi, Zekeriya Râzi, İbn Sina, İbn Rüşt, İbn Arabi, Birûnî, İdrisî gibi çok farklı alanlarda, eşine az rastlanır dahilerin çalışmalarını anlatıyor enine boyuna. Bu medeniyetin muhteşem mimarları Batı’da nasıl bir etki yaratmışlardır, bunu gözler önüne seriyor, bütün çıplaklığıyla.
***
Avrupa imandan ve ruhtan kopardığı bilimsel anlayışı; kontrolsüz ekonomik ve teknolojik büyümesiyle dünyayı felaketlerin eşiğine getirmiştir. Manevi bir sefalet içinde boğulan Batı, aynı felaketin içine bütün dünyayı çekme çabası içindedir. İnsanların problemlerine kültür ve ideolojileriyle çözüm getirmediği gibi, Garaudy’nin benzetişiyle sinesinde ölüm tohumları taşımaktadır.
Batı’yı, bu yıkım ve felaketten kurtaracak olan bir kez daha İslam güneşi olacaktır. Doğduğu dönemde nasıl yeryüzüne yeni bir anlam getirmiş, yeni bir doğrultu vermişse, bugün de aynısını yapacaktır. Bu nasıl gerçekleşecektir peki? Müslümanlar, o gün hangi imkanla yaptılarsa bunu, bugün de onunla yapacaklardır. Yani tek Allah inançları ve bu inançlarından hiç ayırmadıkları dünya görüşleri, varlığı algılayış ve yorumlayış tarzlarıyla..
Muhammed İkbâl, İslam medeniyetinin zirveye ulaştığı Endülüs’te, Kurtuba Camii adlı uzunca bir kaside söyler. Burada içi umutla dopdolu, gözleri ufuklarda şu beyitler dökülür kaleminden:
Ey Kurtuba’nın önünde akıp giden Kibîr Irmağı, kenarında senin / İkbâl diye biri oturmuş rüyasını görmektedir bir başka devrin / İstikbâl henüz kader perdesi altında gizlidir / Gözlerimin önünde onun seheri perdesizdir /Eğer fikirlerimin üzerinden perdeyi kaldırırsam görülecektir / Avrupa benim kehanetlerime tahammül edemeyecektir. (Bâl-i Cibrîl s. 69)