Kendini yetiştirip, her anlamda donanımlı insanların teker teker dünyayı terk ettiğini gördükçe, doğrusu önce kendim, sonra da dünyamız adına üzülüyorum, kaygılanıyorum. Onlar bizi böyle kendi başımıza bıraktıkça, ıssız bir çölde kaybolmuş hissi yaşıyorum.“Bu meseleyi kime soracağım ben peki?” diye mırıldanıyorum ümitsizce.
Katarlı müslümanlar, 17 Şubat 2005 günü, Doha Sheraton Otel’de, Prof. Dr. Yusuf el-Karadavî için bir vefa gecesi düzenlemişler. Gece için hazırladıkları afiş “Karadavî’nin Sevgisinde” başlığını taşıyor. Altında da devasa bir topluluğa cenaze namazı kıldıran Karadavî’nin bir fotoğrafı. Yıllar öncesinden kalma. Siyah-beyaz. Cenaze namazı, Mevdûdî’ninki olsa gerek. Zira 1979 Eylül’ünde vefat eden Mevdudî’nin namazını Yusuf el-Kardavî kıldırmıştı.
Bahsettiğim programın afişini, bilgisayarımda masa üstüne yerleştirdim. Bilgisayarımı açar ve kapatırken, belgelerimin içinde gezinirken hep karşımda Kardavî. Zekice bakışlarını gözlerime dikmiş. Ellerini kaldırmış, sanki beni selamlıyor. Ben de onun gözlerinin içine bakıyorum.
* * *
Bu etkileşim inanılmaz. Aynı şeyi, dünya gözüyle görmediğim daha birçok müslüman hakkında da hissediyorum. Ülkemizden olsun, İslâm dünyasının farklı coğrafyalarından olsun, bizim adımıza mücadele eden, bizim adımıza konuşan, bizim adımıza yorulan herkes hakkında…
* * *
Gün geçmiyor ki, daha güzel yarınların mücadelesini veren bir yiğidin daha kayıp haberi gelmesin. Kimimiz cenazesine bizzat katılarak, kimimiz de uzaktan dualarla uğurluyoruz onu ebediyete. Ondan önce nicesini uğurladığımız gibi ve ondan sonra da nicesini uğurlayacağımız gibi…
Böyle kayıpların ardından, kendime hep aynı soruyu sorarım:
“Haydi o sırasını savdı, peki ama biz ne yapacağız?” Öyle ya, ne kazandıysa, ne biriktirdiyse kendisiyle beraber gitti. Peki biz geride kalanlar, eksiklikleri nasıl telafi edeceğiz? Onların yerlerini nasıl dolduracağız? Kim kalacak onların mirasçısı olarak? Bıraktıklarına kim sahip çıkacak? Toplumu, bütün insanlığı kim peşine takıp götürecek? İnsanlar kimin ardından yürüyecekler?
* * *
Şimdilerde yaşları 70–80 civarında olan, kendini yetiştirmiş büyükler, söyleyeceklerini söyleyip de çekip gittiklerinde, artık tamamen biz bize kalacağız. Böylece, şimdilerde ‘yakın tarih’ dediğimiz hadise, o zaman yavaş yavaş uzaklaşmış olacak. Uzak tarih haline gelecek. Başka tarihler yakınlaşacak.
Şimdilerde yaşları 70–80 civarında olan, kendini yetiştirmiş büyükler, konuştuklarında sözleri dinlenen, acılar çekip bunları kendi gönüllerinde engin denizlere çevirmiş insanlar…
Onlar, kendilerini yetiştirmişler, İslâmî ilimler konusunda yeterli bir donanıma sahipler…
Yakın tarihin birçok olayını yaşayarak gördükleri için, zengin bir hatıra birikimi taşıyorlar. Anlattıklarında söyledikleri şeyler, kitaplarda bulunmayan gizli kalmış gerçekleri ihtiva edebiliyor… Peki, şimdinin gençleri, ne anlatacaklar torunlarına? Hangi tecrübeyi? Hangi birikimi? Ne elde ettiler de neyi aktaracaklar? Teknoloji ve maddî anlamdaki kazanımlar konusunda elbette büyük birikimler oluşuyor. Ama bunları kendilerine ve toplumlarına faydalı olarak kullanmaları için, yeni nesilleri kim eğitecek? Yakın tarih bilmeyen, uzak tarihi sevmeyen, kendisinden ve kültüründen habersiz, günü birlik heyecan ve korkularla yaşayan gençler, yaşlandıklarında nasıl insanlar olacaklar? Dizlerinin dibine oturan torunlarına, hep hal-i hazırdan ve gelecekten mi bahsedecekler? Yoksa geçmişten bahsederken, kendi dönemlerini atlayıp, küçükken dedelerinden duyduklarıyla mı idare edecekler, ettirecekler?
* * *
Kendini yetiştirip, her anlamda donanımlı insanların teker teker dünyayı terk ettiğini gördükçe, doğrusu önce kendim, sonra da dünyamız adına üzülüyorum, kaygılanıyorum. Onlar bizi böyle kendi başımıza bıraktıkça, ıssız bir çölde kaybolmuş hissi yaşıyorum.
“Bu meseleyi kime soracağım ben peki?” diye mırıldanıyorum ümitsizce.
* * *
Eskiden ne güzelmiş:
Bir âlim, bir bilim adamı, bir düşünür, bir usta, bir sanatkâr giderken, çevresinde kendisini geçebilecek kapasitede talebeler bırakırmış. Böyle geçermiş boynuzlar kulakları. Böyle yayılırmış güzellikler…
Ama şimdi, tarumar olmuş bir coğrafyanın tek-tük parlayan yıldızları arasında, birinden öbürüne yetişmeye çalışarak ömür tüketiyoruz. Kimiyle aramızda mekân engelleri, kimiyle protokol engelleri, kimiyle de duygusal engeller var…
Keşke diyorum, keşke yüreğimiz genişlese… Kocaman olsa… Farklı çiçeklerden bal toplayan bir arı gibi, aziz İslâm ailesinin dört bir yanından güzel insanları aynı yürekte bir araya getirebilsek…
Şam’dan, Katar’dan, Bağdat’tan, Tahran’dan, Kahire’den, Mekke’den, Medine’den, Avrupa’dan, Amerika’dan, İstanbul’dan, Ankara’dan, Konya’dan, Bursa’dan, Erzurum’dan… Adam gibi adamlar devşirsek içimize…
Yaşamış-vefat etmiş ayrımı yapmadan, kalplerimizi bir yürekler galerisi haline getirsek…
Kalbimizde, güzel insanların güzelliklerinden oluşan, kocaman bir çelenk taşısak…
Doğrularını alsak güzel insanların, yanlışlarını Allah’la olan hesaplarına bıraksak…
Bazen, bir gece yarısı, uzak bir mezarlıkta başuçlarında dursak, mahcup ama samimi…
Bazen de secdelerde buluşsak onlarla...
Sanırım, ancak o zaman telafi edebiliriz kayıplarımızın acısını.