28 Şubat 1997’de o salonda ne olduğunu, o muhayyel yumruğun sahibinden, Necmettin Erbakan’dan dinlemek isterdik. Erbakan çıkmalı, 28 Şubat’la ve Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran bütün ‘tartışmaları pozisyonlar’la ilgili bilgi vermeliydi. Kendisine güvenenleri dedikoduya muhtaç etmemeliydi.
Benim lise yıllarımın tam ortasına denk gelen 1997 yılı, Türkiye’nin en civcivli yıllarından biriydi, hatırlarsınız. ‘Savunan Adam’a verilen desteğin, sonradan nasıl yüzde 2’lere çekildiğini gördük gerçi, ama o yıllardan aklımda kalan ve zaman zaman çeşitli tartışma ortamlarında karşıma çıkan en önemli hatıralardan biri, bazen öfkeyle, bazen alayla, ama her zaman pişmanlıkla söyleniveren şu sözler: “Hoca yumruğunu masaya vuracaktı!”
Ertesi günkü Yeni Şafak’ın, “Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu toplantısına namaz için iki defa ara verdirdi” başlığını öne çıkararak sunmayı tercih ettiği, 28 Şubat 1997 tarihli o meşhur toplantıda neler olup bittiğini hâlâ bilmiyoruz. Ben bilmiyorum en azından. O salonda olmayanlar içinde, tutarlı ve derin bir şekilde bilene de rastlamadım. Varsa yoksa ihtimaller, tahminler ve çoğu defa da yalanlar…
‘Cumhuriyetin Kara Kutusu’ Süleyman Demirel, manevî evladı Yavuz Donat’ın ağzına, arada bir tadımlık bir parça bal da sürmese, hiçbir şey bilemeyeceğiz.
* * *
- Hoca masaya yumruğunu vuracaktı abi.
- Vurdurmadılar ki.
- Vurabilirdi, kendisi vurmadı, vuramadı.
- Vursaydı ne olurdu biliyor musun? Darbe olurdu, darbe!
1997’den beridir, bir yumruk-masa muhabbetidir gidiyor. Başta Erbakan olmak üzere, olayın birinci dereceden muhatapları susuyorlar. Nerede geveze bir vatan evladı varsa, daha nerede yapıldığını, ne amaçla yapıldığını bile bilmediği bir toplantı hakkında, kendi çapında imal-i fikir ediyor. Saçmalıyor da diyebilirsiniz.
* * *
Tarih, bir ülkenin kaderine yön veren siyasetçileri farklı değerlendirmelere tabi tutacak elbet. Dönem dönem, zaferlerin de hezimetlerin de tanımları, isimleri, isim babaları değişecek. Hayat akıp giderken, sonra gelenler, önce gelenler hakkında birçok şeyler duyacaklar. Bunların bazıları, birbiriyle çelişen şeyler de olacak.
Tarih, büyük bir harp meydanı aslında. Ve bu harp meydanında, icraatlarıyla olduğu kadar, kendi ifade ettikleriyle de savaşıyor insanlar. Bu harbin kesin galipleri ve sonucu kendi lehlerine çevirecek olanlar da, yaşarken yaptıklarının değerlendirmesini, sonrakilere ya da kendi muhariplerine bırakanlar değil, bizzat yapanlardır.
Dünya tarihinde iz bırakmış büyük komutanlara, namlı siyasetçilere ve devlet adamlarına baktığımızda, yapıp ettikleri hakkında bir şeyler karalamış olanların, yarışı önde sürdürdüklerini ve tarih önünde hesap verirken daha az terlediklerini görüyoruz.
* * *
Keşke Erbakan hatıralarını yazabilmiş olsaydı. Ancak görünen o ki, yazamadan göçüp gidecek. Çünkü bu konuda herhangi bir hazırlığının olması şöyle dursun, böyle bir çabayı ‘fuzuli’ gördüğünü, kendisini tanıyanlar anlatıyorlar.
Ama ben şunu söylemekten hiç usanmayacağım:
28 Şubat 1997’de o salonda ne olduğunu, o muhayyel yumruğun sahibinden, Necmettin Erbakan’dan dinlemek isterdik. Erbakan çıkmalı, 28 Şubat’la ve Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran bütün ‘tartışmaları pozisyonlar’la ilgili bilgi vermeliydi. Kendisine güvenenleri dedikoduya muhtaç etmemeliydi.
Örneğin ben öğrenmek isterdim:
Ne konuşuldu o meşhur toplantıda? “Hoca yumruğu vuracaktı kardeşim!” diyenler, neye dayanıyorlar? O toplantı, Türkiye’nin kaderinde neye tekabül ediyordu? Neler olabilirdi veya olamazdı?
Keşke bütün bunları açıklamayı, kendisini överken öldüren fanatik taraftarlarına bırakmasaydı Erbakan...
* * *
Eskiden beri bizim ‘cenah’ta hatırat yazımının neden yaygın olmadığını düşünürdüm. Sanırım artık bu soruya bir cevap buldum:
İslâmî hassasiyeti olan insanları, yaşadıklarını bütün açıklığıyla ortaya dökmekten ve hatırat yazmaktan alıkoyan iki sebep var. Bunlardan birincisi, yüreklerde kök salan ahiret inancı. “Nasıl olsa o gün her şey ortaya çıkacak” düşüncesi, bilinen birçok şeyleri bu dünyada açıklamaktan men ediyor insanları. Hatta onları, bu dünyada konuşmaya ‘üşendiriyor’!
Diğer sebep de gönül kırma ve incitme korkusu. Öyle ya, yazacaklarınızın içinde mutlaka ‘kul hakkı’na taalluk edecek noktalar bulunacak. Böyle olunca da ya hiçbir şey yazmama yolu seçeceksiniz. Veya yazılan hatıralar, eş-dost, hısım-akraba listelerine dönüşecek. “Filâncayı da unutmayalım, küser sonra” ya da “Bu adam aslında kötü ama, kötülüklerini yazmayalım. Fitne çıkmasın, kalbi kırılmasın.”
Erbakan’ın yazmayış sebebi bunlardan hangisi, bilemiyorum.
Ama kesin olan bir şey var:
Manifestosunun sahihliğinde ve istikametinin doğruluğunda şüphe bulunmayan bir siyasî hareket, son perdeyi pek hazin kapatıyor!