Elif Özdemir
Sinemasever. Bizim gibiler için bu kelimeyi kullanıyorlar sanırım.
Enteresan bir durumum yok aslında. Kendimi bildim bileli film izliyorum. Bu yazıyı okumaya devam edecekler için, eminim hemen hemen aynı şey geçerli.
Sinemaya dair hatırladığım ilk şey, beni bir tür bağımlıya çevirdiği. İlkokul ikinci sınıfta tuttuğum hatıra defterinin ön sayfalarını “sepet sepet yumurta”yla süslerken, arka sayfalarını, o gün televizyonda hangi filmi izleyebileceğime dair notlarla doldurduğumu hatırlıyorum.
Uzun yıllar, durumumu tahlil etme ihtiyacı hissetmedim. Filmleri abur cubur gibi tükettim. Bu işin eğitimini almadım, alaylı da değildim. Çözümleyemediğim bir azimle sürdürüyordum hevesimi, etrafımda benim gibi düşünen pek kimse yoktu. Okulu kırıp soluğu sinemada aldım, kendime hatırı sayılır bir film arşivi edindim ve sinema üzerine okumalar yapmaya başladım.
Sonra, bir arkadaşımın teşvik ve emr-i vakisiyle sinema eleştirisine giriştim. Ancak, ufak bir yanlışlıkla, ilk yazımın müsveddesi basıldı. Aslının da pek matah bir şey olduğu söylenemezdi. Başlamadan bittiğimin resmiydi. Dedim: “Beceremedim bu işi.” Bozuldum ama bozuntuya vermedim. Sonraki birkaç yılımı, bu utancı okuyucularıma unutturmak ve daha iyisini yazmaya çalışmakla geçirdim. Gerçekten uğraştığımda başardım, belli bir yol kat ettim sanırım ve elbette bol bol çuvalladım.
Sonra kısa film çekme fikri oluştu kafamda. Sinematografik vahiy birdenbire inmiyordu bana anlaşılan. Yol almam, karar vermem bayağı zaman alıyordu. Önemsemedim. Dedim: “Becereceksin bu işi.” Çektim, değerlendirdim, göz attım, izledim, okudum, düşündüm, bekledim. Bir yandan da dergi, gazete ve internet sitelerine sinema üzerine yazmaya devam ediyordum.
Bir gün nedense, basın mensubu olmak hoşuma gitti, bunun kaymağını da yemek istedim. Dedim: “Neden denizaşırı festivalleri de takip etmiyorum!” Benim için düşünsel bir tekâmüldü bu. Hemen gerekli işlemleri tamamlayıp birkaç ulusal festivale başvurdum. Belki heyecanım, belki başarılarım, belki de muhataplarımın merhameti sebebiyle, peşi sıra onay almaya başladım. Bir-iki-üç derken, en nihayetinde Altın Portakal’a da kendimi kabul ettirdim.
Tüm işlerimi aksatıp, valizlerimi hazırlayarak yola düştüm. Endişeliydim, cahildim, hevesli ve öksüzdüm.
Basın kartımı almaya gittiğim gün, kimileri “Bu da mı sinema yazarı!” diye hayretle baktı yüzüme. Dışımdan dimdik durup çaktırmamaya çalışsam da, içimden kekeliyordum. Sonra, değerli medya koordinatörüm gelip, beni olanca güler yüzüyle buyur etti. Kendi kendime dedim: “Ne teşneymişsin rahatlamaya!” Ama işte sözleri ve tavrı sayesinde, “oh”tu, nefesti. Festivale hoş gelmiştim.
Şimdi, büyük fırtınalar ve dehşetli aydınlanmalarla dolu bir başarı öyküsü okuyacağınızı sanıyorsunuz belki, hemen hevesinizi kırayım, hiç öyle şeyler olmadı. Dedikodulara bulaşmadım, çoğunluğa karışmadım, insanlarla gerekmedikçe tanışmadım. Tek başıma gidip geldim, sormadan öğrenmedim. Bu sayede yalnızlığa doydum, filme doymadım. Takatten düşene kadar izledim, takatten düşürene kadar sordum. Festivalin demirbaşları ve dünyanın geri kalanı için küçük, benim içinse büyük bir adımdı. Galiba güzel oldu…
Sözlerimi şöyle de yorumlayabilirsiniz: “Sevgili arkadaşlar, hayallerinizin peşini bırakmayın, azmedin, kapı aşındırın. Bir kamera bulup çalışmaya başlamak, festivalleri takip etmek sandığınız kadar zor değil. Hedeflerinizi belirledikten ve niyetinizi sağlamlaştırdıktan sonra, biraz gayretle, kendinizi dilediğiniz yerde bulabilirsiniz.” Ancak, lafı mahirce dolandırmayı ve enteresan olmayan yaşamımla merak uyandırmayı tercih ettim bu kez.
En azından şunu söyleyebilirim: Sinemaya sardırdığım ilk yıllarda böyle bir yazı okusaydım, uğraşınca her şeyin olabileceğini görseydim, biri gelip kulağıma “Senden sinemacı olur” diye fısıldasaydı, şimdi size Cannes’dan yazıyor olabilirdim. Ya da tüm bu şaşaanın ve koşuşturmacanın geçici bir söylence olduğunu fark edecek kadar macera atlatmış, iki katlı pembe boyalı evime dönmeden önce yeterince yorulmuş bir yaşlı kurda dönüşebilirdim.
Elinizi çabuk tutup fısıltıma kulak verirseniz, gerekli badireleri atlattıktan sonra, yakın zamanda şömine etrafında toplanıp “Ben gençken…” başlıklı sohbetler edebiliriz. Ve her şeyi bir kenara bırakıp, sağlam bir niyet ve şaşmayan bir idealden ibaret kalırsanız bir gün, “sizden sinemacı olur.”