
Taha Kılınç
Yazılan yazılar, şahitlik için yazılıyor. Tarihe ve vicdanımıza karşı sorumluluklarımız, bizi bir şeyler söylemeye ikna ediyor. Bunlara da tamam. Ama insan yaşananları gördükçe, “Yazarak nereye kadar? Yanlışları dile getirip, rahat köşelerden yazı yazmak, kolaycılığın daniskası olmuyor mu?” diye sormadan edemiyor. Hele, çarpıtmaların, yanıltmaların, yanlışların sözünün geçtiği şu dünyada…
Hâlide Edip Adıvar, kendisiyle yapılan bir röportajda, her yazı hazırlığının kendisi için tam bir kâbus olduğunu, yazıyı yazana kadar sıkıntıdan kıvrandığını, yazıyı yazıp bitirdikten sonra ise, sanki doğum yapmış gibi rahatladığını anlatıyordu. (Tabii, onca sıkıntıdan sonra ortaya ne çıktığı da, cevabı vahim bir soru olarak önümüzde duruyor.)
Ben böyle değilim. Kolay ve hızlı yazıyorum. Bazıları gibi, yazı yazmak için öyle dış şartların çok hazır olması da gerekmiyor. Belki tek şart var: Kafa dinginliği. Bu da çoğu kez, dış şartlardan bağımsız, kendi içimde hallettiğim (ya da halledemediğim) bir şey olduğundan, gözlerimin gördüğü ve yazı malzemesi bulabildiğim her durumda yazıyorum. Ve Allah’a hamd olsun ki, bugüne kadar ‘yazmak’ ana temasını tamamen içermeyen hiçbir iş de yapmadım. ‘Rızık kapım’ hep yazıyla alakalı koridorlara açıldı.
Bütün bunlarla birlikte, yazılan onca şeyin neye yaradığını düşünmeye başladım son zamanlarda. Ne yazıyorum ben? Neden yazıyorum? Ne yazıyorlar? Neden yazıyorlar? Ne yazacaklar? Neden yazacaklar? Biz, buradakiler, dışarıdakiler, başkaları, diğerleri, onlar, şunlar, bunlar…
Elbette, yanlış giden şeyleri belirtmek (Özellikle ‘düzeltmek’ demedim. Çünkü insanlar artık ‘buyurgan abilik’ mefhumuna doymuş durumda. “Ben size yol gösteriyorum” ya da “Beni takip edin” tarzındaki üslupların – özellikle gençler arasında - ters teptiğini görmek için dahi olmak gerekmiyor) ve haksızlıklara karşı çıkmak için yazılan yazılardan bahsediyorum. Bunun son örneği, Amerika’nın Irak’ta başlattığı haksızlıklar... Yazıldı-çizildi, söylendi konuşuldu, ne oldu? Samimi olanların kazandıkları uhrevî kazançlar dışında, hal-i hazırdaki duruma dair bir değişmeye sebep olabildi mi yazılanlar? Hayır.
Burada Engin Ardıç bedbinliğine düşüp, “Ne yani, şimdi ben yazdım diye, ABD politikasını mı değiştirecek? Başkan Bush sabah kalkıp hemen Akşam gazetesini okuyacak, sonra da “Hmm, Engin böyle yazmış, savaştan vazgeçelim” mi diyecek?” sözleriyle, içinde bulunulan çaresizliği gırgıra almak da yanlış, tamam. Yazılan yazılar, şahitlik için yazılıyor. Tarihe ve vicdanımıza karşı sorumluluklarımız, bizi bir şeyler söylemeye ikna ediyor. Bunlara da tamam.
Ama insan yaşananları gördükçe, “Yazarak nereye kadar? Yanlışları dile getirip, rahat köşelerden yazı yazmak, kolaycılığın daniskası olmuyor mu?” diye sormadan edemiyor. Hele, çarpıtmaların, yanıltmaların, yanlışların sözünün geçtiği şu dünyada…
* * *
Burada yine “Politika niçin?” sorusunu da sormadan edemiyorum. Türkiye olarak ne yapabiliyoruz başımıza gelenler konusunda / başkalarının başına gelenler konusunda? Kendi çocuklarımızı bile koruyamamanın yanında, komşularımızla ilişkilerimiz de başka ‘tasvib’lere bağlı. Lübnan ya da Suriye’yi, ertesinde İsrail ziyareti yapmadan, ziyaret edemiyoruz. “Denge siyaseti!”
Bunlar aklıma gelen şeyler. Hükümet üyelerinin bunları benden daha çok düşündüğü biliyorum. Gözlerindeki endişe, yüreklerini ele veriyor. Ellerinden bazı şeylerin gelmediğini, gelemediğini de biliyorum.
Ama benim bozulduğum: “Amerika ve İsrail’in borusu öter burada. Bölgenin gerçeği bu!” diyememek… “Her şeyi hallediyoruz. Her şey medyanın önünde olmaz” efelenmeleriyle, yine gidip Amerika’nın sözünü tutmak… Sonra da “Büyük devletlerin oturmuş gelenekleri vardır. Biz aşiret devleti değiliz” diye durumu kurtarmaya çalışmak.
Dedim ya, aklımdan geçiyor bunlar. “Böyle bir ortamda, politikanın, Anadolu kasabalarında tekdüze açılışlara katılmaktan başka tadı var mı?”
* * *
Ali Bulaç, bir yazısını şu cümlelerle bitirmişti:
“Gelecek bunlarda değil, iç çekişmeleri ve beyler arasındaki ihtilafları bir kenara bırakıp devamlı Bizans’a karşı mücadele eden Osman Bey’in ruhunda ve misyonundadır. Her zaman Endülüs’ün yıkılışı ile Osmanlı’nın yükselişi arasında bir ilgi görmüşümdür. Arap beyleri kadınlar gibi ağlar, derin derin iç çekerlerken, “yeni Osman Gazi’ler” uç veriyor, Endülüs düşerken Osmanlı tarih sahnesine çıkıyordu. Yeni bir doğuşun arifesindeyiz; doğum çok sancılı olacak.”
* * *
Yazıyoruz, konuşuyoruz, toplantı üstüne toplantı, zirve üstüne zirve yapıyoruz. Hayat akıp gidiyor. Acılar çekiliyor. Ve tarih, kendi kendisini yazarak, son dönemece doğru çağlamaya devam ediyor.
Bütün yaptıklarımızla, yazdıklarımızla, söylediklerimizle ve söylemediklerimizle, tarihin önünde hesabımızı da satır satır kendimiz yazıyoruz aslında. O hesap, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin samimiyetini tarttığımız oranda kolay olacak.